Adeta 85 yıl öncesine döndük

Hemen başta, bundan 85 yıl önce ne olduğunu kısaca hatırlatalım, konuya öyle devam edelim.

18 Haziran 1936’da aynen şu oldu: Tek parti döneminin en imtiyazlı Başbakanı İsmet Paşa, da tarihte hiç emsâli olmayan bir genelge yayınlayarak, bundan böyle parti işleriyle hükümet ve devlet işlerinin birlikte yürütüleceğini duyurdu.

Bu benzersiz genelgeye göre yeni sistem şöyle olacak: İçişleri Bakanı, aynı zamanda CHP Genel Sekreteri, valiler de CHP İl Başkanı görevini üstlenmiş olacak.

Yapılan değişikliğin gerekçesi ise, şu şekilde açıklandı: Millet ve memleket için yapılan hizmetlerin daha rahat ve daha kolay olmasını sağlamak…

Aradan bunca zaman geçmiş olmasına rağmen, bu noktada ilerleme değil, maalesef bir gerileme olduğu kanaati uyanıyor. Üstelik, gerekçeler arasında da benzerlikler sağlanarak…

1930’lar Türkiye’sinde, ülkede tek parti hakimiyeti vardı. Devlet ve hükümetin bütün işleri, aynı tek parti sistemi ve mantığı ile yürütülmeye çalışılıyordu. Öyle ki, kaymakamlar partinin ilçe sorumlusuydu; keza, valiler de aynı partinin il başkanı görevini yürütüyordu. Üstelik, bu iş resmiyete ve aleniyete bağlanmış durumdaydı.

Peki, şimdiki durum nedir?

Şimdilerde, halk kimi belediye başkanı olarak seçerse seçsin, merkezi otorite bir sebep, bir bahane bularak o kimseyi başkanlık makamından alıyor ve onun yerine istediği kişiyi kayyım olarak tayin edebiliyor. Misâl: Kaymakamlar ilçe belediyede, valiler de (Büyükşehirler de dahil olmak üzere) il merkezlerinde belediye başkanı olarak resmen ve alenen atanabiliyor.

Siyasî otorite, bazen kendi partisinden olanlara da müdahale ediyor. Seçilmiş başkanları o makamdan alıp “kapının önüne” koyuyor; onların yerine ise, seçilmemiş ve hatta seçilme şansı olmayan kimseleri tayin ediyor.

Tam bu noktada, önemli bir ayrıntıyı da vererek “Günün Tarihi” notlarına öyle devam edelim: Siyasî otorite, muhalif partiden olan belediye başkanlarını görevden almakla kalmıyor, o seçilmiş insanları mahkemelerde ve bir kısmını hapishanelerde sürüm sürüm süründürüyor. Buna mukabil, kendi partisinden olanlara farklı bir muamelede bulunmayı tercih ediyor. Velev ki, belediye başkanı olduğu şehrin arazilerini başkasına “parsel parsel” peşkeş etmiş olsa bile, yine de onu mahkemelerde süründürmeyi münasip görmüyor. Zira, paşa keyifleri öyle istiyor.

Peki, şimdi soruyoruz: Bugün itibariyle şu yapılanların, aşağıda detaylarını vereceğimiz 85 yıl önceki despotik otoriter uygulamadan ne farkı var?

Buyrun okuyun, kıyaslayın ve kararınızı ona göre verin lütfen.

18 Haziran 1936 tarihli genelge ile birleştirilen parti-hükümet-devlet hiyerarşisinin ilk üç kademesi aşağıdaki sıralamaya göre şekillendirildi:

1) Mustafa Kemal: Cumhurbaşkanı; aynı anda CHP Genel Başkanı.

2) İsmet İnönü: Başbakan; aynı zamanda CHP Genelbaşkan Vekili.

3) Şükrü Kaya: İçişleri Bakanı ve CHP Genel Sekreteri.

Yine aynı tarihlerde, il ve ilçelerde parti, hükümet ve devlet işlerinin uyum içinde yürütülüp yürütülmediğini denetlemek için kurulmuş bulunan “Parti Müfettişliği” de yine İşçileri Bakanlığı’na bağlandı.

Bu tarihten itibaren, Şükrü Kaya’nın çok önemli ve tesir gücü yüksek bir mevkiye getirilmiş olduğu anlaşılıyor.

1927’den beri zaten İçişleri Bakanı olan Şükrü Kaya, 18 Haziran 1936’dan sonra, aynı vazife ile birlikte ayrıca parti ve müfettişlik işlerinin de en yetkili ve sorumlu kişisi olarak görevlendirilmiş oldu.

Bu arada, Şükrü Kaya’nın bu “üçüncü adam”lık saltanatı, M. Kemal’in ölümüne kadar devam etti.

11 Kasım 1938’de Cumhurbaşkanlığı makamına oturan ve aynı anda CHP Genel Başkanlığı vasfını da kazanan İsmet Paşa, “M. Kemal’in sadık adamı” olarak gördüğü Şükrü Kaya’nın Dahiliye Bakanlığı’ndan derhal istifa etmesini istedi. İstifa, mecburen gerçekleşti. Bu istifa ile birlikte, Şükrü Kaya’nın (1884-1959) siyasetteki yıldızı da sönmeye yüz tuttu.

Bu tarihten sonra devlet-hükümet idaresinde yıldızı parlayan ve daha üst makamlara getirilen şahıslar ise şunlar oldu: Refik Saydam, Şükrü Saraçoğlu, Recep Peker ve Hilmi Uran.

Dün ile bugün arasında en çarpıcı benzerlik noktalarından biri de şudur: Despotik otorite, alt yönetim kademesinde olanların görev, yetki ve sorumluluk alanlarıyla istediği gibi oynamak istiyor ve şartları zorlayarak, hatta kişilerin izzet ve onurlarını paspas gibi çiğneyerek, canı istediği düzenlemeyi yapmaktan geri durmuyor.

İşte, bu anlayışın demokrasiden, adalet ve liyâkattan nasibinin ne kadar olduğu sorgulanır ve mutlaka sorgulanmalı. Aksi halde, tarihî hatalar tekerrür etmesi kaçınılmaz hale geliyor.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*