Aile mi, devlet mi?

Başörtüsünün üniversitelerde serbest olması gerektiği kanaatine nihayet varabilenlerin, yine son derece geç fark ettikleri gerekçelerden biri, “18 yaşını doldurup rüşdüne ermiş kişilere neyi giyip neyi giymeyeceklerini dikte edemeyiz” sözünde ifadesini bulan gerçek.

Kendi tercihini kendisi yapabilecek yaşa gelmiş ve bu sebeple oy kullanma hakkı tanınmış olan insanlara kılık kıyafet dayatması da yapılamayacağının nihayet kabul edilmesi, bir aşama.

Ama bu noktaya güç belâ gelebilenler, 18 yaş altındakilere yönelik yasağın mutlaka sürmesi gerektiğini ısrarla savunmaya devam ediyorlar.

Bunun gerekçesini de, çocukları, örtünmeleri yönündeki aile baskısından korumak olarak ifade ediyorlar. Ancak, var olduğunu iddia ettikleri “aile baskısı”nı kaldırırken, yerine tam aksi yönde bir “devlet baskısı”nı ikame etmiş oluyorlar…

Böylece, Ahmet Battal’ın “Ya terbiye kimin görevi?” başlıklı yazısında (Yeni Asya, 19.10.10) dikkat çektiği gibi, “Çocuğun dinî eğitimini belirleme hakkı ana ve babaya aittir” diyen Medenî Kanunun 341. maddesini de ihlâl ediyorlar.

Ve bu mesele sadece başörtüsünü değil, din eğitimi kapsamındaki her konuyu içine alıyor.

Giderek dindarlaşan Türkiye’nin toplumsal gerçeği, çocukların anne-babalarca belirlenen din eğitimine göre yetiştirilmesini öngörüyor.

Bunun pratikteki sonucu, çocukların kendilerine öğretilen dinin gereklerine uygun bir hayat yaşamaları. Meselâ ibadetlerini yerine getirmeleri ve haram-helâl ölçülerine riayet etmeleri…

Tesettüre uygun giyinmek de bunlardan biri.

Ama yeni nesillere dine uygun bir hayat tarzının benimsetilmesi baskıcı yöntemlerle değil, “Müjdeleyiniz, korkutmayınız; sevdiriniz, nefret ettirmeyiniz” hadisinde ifade edilen prensibe uygun terbiye, telkin ve tavsiyelerle yapılmalı.

Zaten baskıyla sağlanan “dindarlık” kalıcı ve sağlıklı olmaz. Bulunacak ilk fırsatta terk edilir.

Buna karşılık, ailelerin çocuklarına sevgi ve şefkatle, pedagoji biliminde ifadesini bulan fıtrat kanunlarına uygun şekilde, sevdirerek ve benimseterek verecekleri din eğitimine müdahale hakkına—başta devlet—hiç kimse sahip değildir.

Oysa Türkiye’deki uygulama, bu haksız müdahaleyi “devletin hakkı” olarak gören ceberut zihniyetin belirlediği çerçevede devam ediyor.

Bu zihniyetin iliklerine işlemiş halk korkusu ve güvensizliği, ailede de kendisini gösteriyor.

Ve bu korkunun temelinde yatan en önemli sebeplerden biri, CHP’nin tek parti devrindeki unutulmaz sözlerden biri olarak kayıtlara geçen “Aile bir zehirdir, inkılâba muhalefet ruhu aileden geliyor” beyanında açık ifadesini buluyor.

Bugün Türkiye’nin geldiği aşamada yapılması gereken şey, halkla birlikte aileyi de düşman olarak gören bu korkunç zihniyetin, eğitim politikalarında da hâlâ devam eden hegemonyasını kırıp, devleti, ailelerle çocukları arasından çıkarmak ve oralarda da özgürlüğü hakim kılmak.

Devletin hukuk çerçevesindeki müdahalesini sadece cehalet kaynaklı aile baskısını bertaraf etmek için devreye sokup, onun dışında, ailelerin çocuklarına vereceği dinî eğitime karışmamak.

Dahası, devlet okullarında verilen eğitimi de, ailelerin isteklerine uygun biçimde düzenlemek.

Konuya böyle bir perspektiften bakılmalı ki, söz konusu dayatmacı zihniyetin ürettiği sorunlara kapsamlı bir çözüm bulunabilsin. Bunun için ise, insan fıtratına ve çağdaş kriterlere uygun, demokratikleşme eksenli bir reformun eğitim alanında da gerçekleştirilmesi gerekiyor.

Aksi halde, “Çocukların eğitimi ailelerine bırakılamaz” diyen ve Sovyet cumhuriyetleriyle birlikte tarihe karışan çağdışı anlayışın bizdeki versiyonu, her aşamada yeni sıkıntı ve sorunlar üreterek ve bunları kronikleştirerek devam eder.

Yani, ilkokul çağındaki kızlarımızın tesettürlü olarak okuyabilmeleri için, demokrasimizin bu derin ve köklü sorunu aşacak olgunluğa erişmesi gerekiyor. Peki, bu gayreti gösteriyor muyuz?

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*