Ana prensipler ve “tavizler ve birazcık” yanlışlıkları

Kelâmî ve fıtrî şeriatta kesin ve istisnasız emirler ve nehiyler vardır. Hayatın fıtratında çok farklı anlamlar ve devirler vardır.

Hükümler buna göredir. Edille-i Erbaa denilen, Kur’ân, Sünnet, İcmâ, Kıyas da aslî hükümleri ile değerlendirilmelidir.

Detay ve teferruatları birbirinden ayırmak ve her birinin makamlarını iyi kavramak için Cenab-ı Hak insana akıl vermiştir. İslâmî esaslarda da, dünyevî işlerde de bütün bu ana prensipleri inancın ve dünyevîliğin özeli ve konumuna göre ayrı ayrı değerlendirmek gerekir.

Oruçta sahur vakti öne alınabilir. Ama zaman aşılıp tehir edilemez. İftar da öne alınamaz. Zamanında değil de biraz sonra iftar yapılabilir. İslâmda, haram olanın, küçüğü-büyüğü, azı-çoğu yoktur. Kesinlik vardır. Haram içeceğin tadına bakılamaz, denenemez.

Boşanma meselesinde şaka bile yoktur. Hüküm kesindir.

Kesin hükümlere, peygamberler dahil hiç kimse müdahale edemez, değiştiremez. Bunlar “taabbudî” emirlerdir. Hükümleri sorgulanamaz. Matematikteki “gerçekler” gibi! Üçgenin iç açıları toplamı 180 derecedir. Neden 181 veyahut da 179 olmaz derseniz matematik biter.

“Sahabe mesleği” olan Risale-i Nur hareketi bir asra yakındır dünya gündemindedir. Kendine has, aslına uygun, kırılmadan, sapmadan sürdürülmesi önemlidir. “Tavizsiz çizgi” her şeye rağmen devam etmelidir. Aslî konularda “birazcık, küçük” anlayışı olamaz! Davanın tarzı ve aslı bunu gerektirir. Müsamahalı konular zaten eserlerde tespitlidir. Bilerek veya bilmeyerek yapılan hatadan bütün sistem zarar görür. En önemli olan ihlas sırrı bozulur. Manevî istikamet, çizgi kırılır.

Hz. Üstadın, “vehbî” olan o muazzam hizmet çizgisinin tavizsiz devam ettirilmesi hayatî önemdedir. Anlayamama veya kasıtlı saptırmalar şahs-ı manevîye sirayet etmemeli, özür ve örnek de olmamalıdır.

Konuya dikkat çekici bir örnek kâfidir. Eskişehir hapishanesinde 120 kişiden birkaç kişinin birkaç ay bir tarikata hafif meyletmeleri konusunda Bediüzzaman’ın çok ciddi bir ikazına dikkat:

“Aziz Kardeşlerim,

“Gücenmemek şartıyla bu defa takdirkârâne değil, belki tenkitkârâne iki küçük meseleyi beyan edeceğim.

“Birincisi: Ben sizleri ve Risale-i Nur’u müdafaa için çok davalarda bulundum. O davalardaki şahitlerimin birinci sınıfı sizlerdiniz. Halbuki inkârınızla hem beni şahitsiz bıraktınız, hem de hakkımdaki ithamı takviye ettiniz. Çünkü sizin kaçmanız ve inkârınız, ‘Demek bir şey var ki, bunlar yanaşmıyorlar’ diye fikir verdi. Hem ben sizlerin nasıl tebrienize çalıştım; sizden çoluk çocukları olmayan kısmı beni yalnız bırakmamak için merdane yanaşmak lâzımdı. Fakat iş işten geçti; yeniden yanaşmaya lüzum yok.” (Yirmi Sekizinci Lem’a, 12. Nükte)

Bu tür örnekler çoğaltılabilir.

Bu davada başka önemli bir konu da “mukaddesatın siyasete alet edilmesi”dir. Özellikle Yeni Asya’nın siyasî meselede konuya bakış noktası da burasıdır. Yoksa inatla birilerine “muhalefet” değildir. Yalana, zulme, istibdada karşı sükût etmeye müsamaha olamaz.

Bu konuda bir hatıra: Ezanın yasaklandığı devirde, marangoz Mustafa Çavuş, Barla Mus Mescidinde sabah ezanını aslına uygun okuması yüzünden tutuklanıp Eğirdir Mahkemesine sevk ediliyor. Hâkimin hanımı ile kayınvalidesi arkadaşlar. Kayınvalidesi damadı Mustafa Çavuş’un cezadan kurtulması için hâkimin hanımına bu durumu anlatıyor. Hâkim de hanımına “Ona söyleyin, ben mahkemede ona ‘Ezanı Arapça okumadın değil mi?’ deyince sükût etsin.” diyor. Mustafa Çavuş aynısını yapıp berat ediyor. Barla’ya dönünce bunu Üstada anlatıyor. Üstad kızarak diyor ki: “Keçeli, yanlış yapmışsın. Ezanın hukukunu muhafaza etmen lâzımdı! ‘Evet ben ezanı aslına uygun okudum’ demen lazımdı!” diye ikaz ediyor. Bu hatırayı bizzat merhum Mustafa Çavuş’un oğlu rahmetli Mehmet Güvenç ağabeyimizden dinlemişimdir.

Büyük davalar, tereddüt, taviz ve müsamaha kaldırmaz. Cesaretli, dik duruş asla sadakat, mertliktir. Kudsî davada küçük, büyük, basit, önemli yoktur; asla sadakat ve sahiplik vardır.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*