Chris Hedges, “Günaha inanmayanlardan korkmamız gerekir” diyor. Prof. Steven Block ise, “Aklıselim hiç kimse GDO’lu ürünleri kullanmaz. Ancak herkes aklıselim değil.” şeklinde GDO’lu ürünlerin kullanım mantığını özetliyor.
SlowFood hareketinin bin beş kişi üzerinde yaptığı kamuoyu araştırmasına göre soru sorulan insanların %78’inin GDO’ya ve GDO’lardan üretilen ürünlere karşı oldukları ortaya çıkmıştır.
-Yüzde seksen biri GDO’lu bitkilerin doğanın dengesi üzerine önceden kestirilmeyecek olumsuzlukları olabileceğini,
-Yüzde altmış yedisi GDO’nun tümüyle yasaklanması gerektiğini,
-Yüzde altmış altısı GDO’lu besinlerin insan sağlığını tehdit ettiğini,
-Yüzde elli ikisi doğaya her türlü müdahalenin etik nedenlerden dolayı reddedilmesi gerektiğini dile getirmiştir.
Araştırma sonuçları toplumun GDO’yu istemediğini net bir şekilde ortaya koyuyor. Gelin görün ki araştırma yapılan ülke olan Almanya’da satılan gıda maddelerinin yüzde yetmişi ya GDO’ludur ya da gen mühendisliği ile üretilmiş bir katkı maddesi içerir. Dünyanın genelinde de durum farklı değildir. Hazır gıdaların en az üçte ikisinin GDO içerdiği tahmin edilmektedir.
En büyük GDO üreticisi olan ABD’de yapılan bazı kamuoyu araştırmaları ilginç sonuçlar ortaya koymuştur. Bu araştırma sonuçlarına göre Amerikan vatandaşları GDO içeren yem ile beslenmemiş hayvan eti yiyebilmek için daha fazla para ödemeye hazır olduklarını belirtmişlerdir. ABD yurttaşlarının GDO’dan üretilmemiş bitkisel yağ satın almak için yüzde elli daha çok para harcamaya hazır oldukları ifade edilmiştir.
Dünyanın hali!..
Dünyamız artan adaletsiz ve ekonomik koşullar sebebiyle hızla sosyal patlamalara doğru gidiyor. Açlık, yoksulluk, işsizlik; afrikalı ülkeler başta olmak üzere birçok coğrafyada infiallere, iç savaşlara varan patlamalara sebep oluyor. Zenginle fakir arasındaki makas her geçen gün artıyor. Bu durumu koruma refleksinde bulunan insanların, insan öldürmeyi bile kendilerinde hak olarak görmeleri son derece düşündürücü.
Tarımsal üretim yapamayan yoksul ülkelerin arazilerini başka ülkeler satın alıyor ya da kiralıyor. Örneğin biyoyakıt üretme amacı Avrupa ülkelerini yabancı ülkelerde toprak kapatma yarışına sokmuş durumda. Guardian gazetesi yazarı John Vidal, Avrupalı şirketlerin Afrika’da 3.9 milyon hektar arazi toparladıklarını ancak Avrupa Birliğinin hedefine ulaşmak için 17.5 milyon hektarlık arazi olduğunu yazıyor.
Amerikalılar da en az Avrupalılar kadar bu yarışın içinde. Guardian makalesi Philip Heilberg’in New York yatırım firması Jarch Capital’in Güney Sudan’da Darfur yakınlarında sekiz yüz bin hektar arazi kiraladığını duyuruyor. Ayrıca, İngiliz yatırım fonu Emergent Asset Management’in yöneticisi Susan Payne’in, “Tarımsal yatırım sadece sürdürülebilir değil aynı zamanda da geleceğimiz. Bu konuya gerekli ilgiliyi göstermezsek ve üretimimizi 2050 yılına kadar yüzde elli artırmazsak çok ciddi küresel gıda sıkıntıcı çekeceğiz.” ifadeleri GDO’nun tarımda nasıl bir “dönüşüm!” yaptığının göstergesidir.
Pokemon!
Pokemon oyunu, Amerikan ordusunda keskin nişancılar yetiştirmek için geliştirilmiş bir oyundur. Bu oyunla büyüyen Amerikalı Carmil isimli dokuz yaşındaki çocuk, içinde sekiz mermi bulunan bir silahla hiç ıskalamadan sekiz sınıf arkadaşını öldürür. Amerikalı bir albay, “Böyle başarılı bir atışı profesyoneller bile yapmakta zorlanır” diyor. Çocuğun bilgisayarında yapılan incelemede “Fakirleri öldürmek lazım. Çünkü onlar bizim elimizdekileri istiyorlar. İleride onlar elimizdekileri almak için bizleri öldürecekler” yazdığı görülür.
Dünyanın en gelişmiş ülkesinin dokuz yaşındaki ferdinin bile paylaşmaya yanaşmadığı bir dünyada, küresel güçlerin tavrının ne olacağı açıktır. Dikkat edilirse sorun yeterince gıda üretememek değildir. Günümüzde on beş milyar insanının yani dünya nüfusunun ihtiyacının iki katı gıda üretimi söz konusudur. Hatta Hollanda gibi tarım yapılsa yirmi sekiz milyar insana yetecek bir üretim sağlanabilir. Meselenin yokluk değil adaletsiz paylaşım olduğunu sivil toplumcu Benedikt Haerlin şu şekilde ifade ediyor:
“Dünyada herkese yetecek kadar gıda maddesi var mı sorusu artık geride kaldı. Yeterince üretiyoruz. Gelecek nesiller için gereğinden fazla gıda üretiliyor ve hâlâ tüketilmeyen besin kaynakları var. Sorun, ‘Yeterli miktarda gıda üretebiliyor muyuz?’ değil, ‘Açlık çekilen yerde sofraya yeterli miktarda yemek geliyor mu?’ sorusunda düğümleniyor.”
Coca-cola!
Bu düğümün çözülebilmesi için öncelikle küresel güçlerin dünyadaki kaynakları nasıl sömürdüğüne bakmamız gerekir. Dünyanın en büyük içecek firması Coca-cola’dır. Bu firmanın yönetiminde ve ortağında çok sayıda şirket ve ünlü isimlerin olduğunu görüyoruz. Bu durum nasıl bir küresel güç olduklarını gösterir. Dünyada yıllık kişi başı tüketim seksen dokuz şişeyken Türkiyede ise yüz elli dokuz şişedir. Saniyede yirmi bin, yılda ise 685.300.000.000(685 milyar 300 milyon) şişe tüketiliyor.
Pepsi ve diğer yerel markaları hesaba kattığımızda yıllık kişi başı en az üç yüz şişelik tüketim ortaya çıkıyor. Diğer gazlı içecekler hesaba almadan, sadece kolalı içecekleri hesaba kattığımızda, yılda en az yedi yüz elli milyar ton su kaynağının israf edildiğini görürüz. Buna kola benzeri diğer sağlıksız içecekleri de eklersek dünyada egemen olan birkaç şirketin ürkütücü boyutlarda su israfını net bir şekilde ifade etmiş oluruz. Türkiye tarım sulaması haricinde yıllık on milyar ton su kullanırken, Coca-cola’nın tek başına yedi yüz elli milyar ton su tüketmesi nasıl bir sömürüyle karşı karşıya olduğumuzu açıkça gösterir.
Temiz su!
Yaklaşık bir milyar insan temiz su ihtiyacını karşılayamazken, verimli su kaynaklarının bu tür sağlığa zararlı ürünler için heba edilmesi, üstelik firmaların 0,2 sent seviyelerinde mâl ettiği bir ton suyu, 2 bin dolara satması sömürünün boyutlarını göstermesi açısından çarpıcıdır. Öte yandan bugün, dünyanın taşınabilir su kaynaklarının yüzde yirmi beşinden fazlası tek başına Coca-cola’nın elinde bulunur. Hintli aktivist Vandana Shiva’nın da ifade ettiği gibi bu durum bile tek başına büyük bir insan hakları ihlalidir.
Nitekim Bilgi Üniversitesinde düzenlenen Alternatif Su Forumu kararları da bu tespiti destekler niteliktedir. Forumda alınan kararları özetle anlamaya çalışalım:
– Su tüm formlarıyla bir kamu malı ve suya ulaşım da temel ve devredilemez bir insan hakkı olarak tanınmalı.
-Su ticari bir ürün değildir. Suyun özelleştirilmesi ve ticarileşmesini savunan tüm ulusal ve bölgesel yasalar reddedilmelidir.
-Suyun yönetimi ve kontrolü kamusal, sosyal, kooperatif, katılımcı, adil olmalı ve kar amacı güdülmemelidir.
-Her bir insanın beslenmesi ve sağlıklı yaşaması için gereken yeterli nicelik ve nitelikte suya erişimi bir hak olarak tanınmalıdır.
-Su kaynaklarının kirlenmesinden sorumlu olan şirketler ve endüstriler, çevresel, insani ya da ekonomik olarak verdikleri zararı tazmin etmek zorundadırlar.
-Mega projeler, barajlar, liman inşaatları, maden sömürüsü ve suyun şişelenmesi doğa kaynaklarını meta olarak gören, sürdürülemez su yönetimi modelleri olarak reddedilmelidir.
“Müslümanlar su, otlak ve ateşte ortaktırlar” buyuran Efendimiz (asm), suyun fazlasının satılmasını da yasaklamıştır. (Bazı alimler bu yasağın yağmur ve nehir suları için geçerli olduğunu ifade etseler de kimi alimler insanlar suya muhtaçken, bir kimsenin artan suyunu satmasının mekruh olduğu görüşündedir.)
Yeryüzündeki suların sadece yüzde birinin içilebilir nitelikte olduğunu ve bunun da yüzde kırkını israf ettiğimizi hatırlayınca Efendimiz (asm)’in su ile ilgili hadislerinin önemi daha çok anlaşılıyor. Az olan bu suların tüm insanların ortak malı olması gerekirken birkaç küresel firmanın tekelinde bulunması ehl-i vicdanın yüreğini sızlatmalı.
Tarım Bakanlıkları!..
Su üzerindeki hakimiyet elbetteki dünya kontrolü için yeterli değildir. Gıda ile desteklenmesi gerekir ve yeri geldiğinde silah olarak kullanılmalıdır. Time dergisinin 11 Kasım 1974 tarihli sayısında yer alan bir makalede Henry Kissenger şöyle demiştir:
“Batı’da bir ayırma söylentisi artmakta. Eğer ABD, alıcı ülke dağıtımlarında iyileştirme ya da nüfus kontrolü yapmazsa, herhangi bir yardım gönderilmeyecektir. Bu gaddarca bir yöntem olabilir ama geniş çaplı bir etki bu şekilde sağlanabilir. Bu ayırım durumu, bazı politik imtiyazlar doğurabilir. Washington kendini yardım etmeye mecbur hissetmeyebilir. Yiyecek bir silahtır ve bizim müzakere çantamızdaki araçlardan biridir.”
Kissenger’in bir başka meşhur ifadesi şöyledir:
“Tarım, Tarım Bakanlıklarının ellerine bırakılmayacak kadar önemlidir.”
Elbetteki Henry Kissenger yalnız değil. Şer odaklarının şahs-ı manevisi adına hareket ediyor. Amaçları ise dünyayı istedikleri gibi sömürmek, istemedikleri insanların tüm yaşam haklarını gasp ederek onları ölüme sürüklemek şeklinde özetlenebilir. Bunun için, GDO’lu tohumların kısırlaştırıcı özelliğinden yararlanarak ülkeleri ekonomik olarak kendisine bağımlı hale getirerek ve iç savaşlar çıkartarak bazı dayatmalarda bulunmaları da yaygın olarak kullandıkları yöntemler arasındadır.
Sosyal yönü daha iyi anlamak için lehte ve aleyhte ifadede bulunan bazı önemli kişilerin düşünlerine göz atmak daha geniş manada idrake sevk edecektir:
Arjantinli bilim adamı Walter Pengue: “Bu yolda gidersek 50 yıl sonra hiçbir şey yetiştiremeyeceğiz.”
İngiltere Başbakanı’nın Bilim Danışmanı Prof. David King: “GDO teknolojisi kitlesel insan deneyidir.”
ABD’li gazeteci F. William Engdahl: “GDO’ya izin veren hükümetler soykırım suçu işliyor.”
Doç. Dr. Ümit Sayın: “Bu müdahale en ince, ‘derin devlet teknolojileri’, biyoteknolojiler ve sistematik, gizli, kara bilim yöntemleri ile yapılmaktadır. Kimse demese bile Türk halkı bu gidişe bir dur demelidir!”
İ.Ü. Onkoloji Enstitüsü’nden Dr. Yavuz Dizdar: “ Lüzumsuz bir teknoloji, riski çok fazla. Denenmiş bir yöntem değil, bilinmeyen bir yöntem. İşin etik boyutuna bakılırsa Kur’an’da direkt yazılmıştır ‘karıştırmayınız’ diye…”
Araştırmacı Yazar İsmail Tokalak: “Genetiği değiştirilmiş ürünler dünyadaki açlık sorununa çözüm getirmek açısından başarılı olamamıştır fakat biyoteknoloji firmalarının kârlarını daha çok arttırmada çok başarılı olmuştur.”
Genetik Bilimci Prof. Dr. David Suzuki: “Herhangi bir politikacı veya bilim insanı, bu ürünlerin (GDO) güvenli olduğunu söylüyorsa, ya geri zekalıdır ya da bilerek yalan konuşuyordur.”
Baba Bush: “Genetiği değiştirilmiş mısır, soya fasulyesi, pirinç ya da pamuk gibi bitki ve yiyecekler ‘büyük ölçüde’ doğal olanlara denktir!”
ABD’li ırkçı Yargıtay Üyesi Oliver Wendell Holmes: “Suç işlemelerini ya da embesillikleri yüzünden açlıktan ölmelerini beklemektense toplum, uygun olmayan soyların üremesine engel olabilir. Üç nesil embesil yeter… Şüphe yok ki; bütün bir toplum, bu insanların ölümüne dayanmaktadır. Birini öldürmezseniz, bir şekilde diğerini öldürürsünüz ya da doğumunu engellersiniz.
Hayata müdahale!
Kendinden olmayanı yok etme politikasının en önemli aşamalarından birini şüphesiz GDO’lu gıdalar oluşturuyor. Beslenme ve yaşam alışkanlıklarımız değişiyor. Çocukluğumuzu düşünelim. Obez çocuk yok denecek kadar azdı. Ya şimdi? Geleceğimiz olan çocuklarımız büyük tehdit altında. Sürekli hızlı ve kolay yaşam dayatılıyor. Kolaycılığa alıştırılıyoruz. Hızlı yaşamda sofralara yer yok. Fast-food denilen ayaküstü beslenme modeli empoze ediliyor. Hayat taklit edilmeye başlandığında elbette ki kültür de değişiyor. Evlatlarımız dışarda yemek yemeğe özendiriliyor. Ev yemekleri küçümseniyor. Hamburger, pizza yemek varken nohut, fasulyenin yüzüne bakan olmuyor!
Üstelik bu yaşam tarzı zahiren daha ekonomik hale getirilerek cazibeleştiriliyor. Araştırmacı Drewnowski bir dolarla bin iki yüz kalorilik bisküvi ya da patates cipsi alınabilirken, aynı parayla ancak iki yüz elli kaloriliye denk gelecek havuç alınabildiğini söylüyor. Bu cipsleri mideye indirirken yanında içecek olsun diye sekiz yüz yetmiş beş kalorilik gazoz, yine aynı parayla yalnızca yüz yetmiş kalorilik portakal suyunun alınması nasıl bir obezite kıskacında olduğumuzu gözler önüne seriyor. Ayrıca 1985-2000 yılları arasında obezite yüzde kırk artmıştır. Sebebini anlamak zor değil. Meşrubat hammaddelerinin üretimi için (başta mısır olmak üzere) çiftçilere sürekli destek verilerek maliyetler düşürülür. Böylece enerjili, lezzetli, sağlıksız “abur cubur” kültürünün daha iyi yerleşmesi sağlanır. Bu kültür her an lezzetin, keyfin peşinden gider.
Günün her saatinde bir şeyler atıştıran, yiyen içen bir tüketici haline getirildik. Canımız ne istiyorsa hemen o isteğin karşılanmasının yolunu arıyoruz. “İstediğim şeyi istediğim zamanda yerim!” mantığıyla hareket ederek geleceğimizi tüketiyoruz. Mevsiminde tüketmek yerine, mevsiminde olmayan gıdalara büyük paralar vererek yemeyi marifet sayıyoruz. Hem zehirleniyoruz hem de bununla gurur duyan bir halimiz var.
Lezzete kanmak!
Yemek, sağlıklı yaşamın olmazsa olmazı iken açlığı örten, zevk aracına dönüştürüldü ve insanlar hazzın esiri yapıldı. Yani bir yemek ne kadar lezzetliyse o ölçüde değerli hale geldi. Doğal olanın tadı, yapay olanla bastırılarak, binlerce yıllık tat ve lezzetler unutturuldu. Sözde uzmanların ve yetkili kuruluşların GDO’lu gıdalar ve gıda katkı maddeleri hakkındaki tuhaf ifadeleri toplumu yanlış yönlendirdi. Reklamlarda janjanlı ambalajlar içinde sunulan ve onlarca katkı içeren gıdalara çocuklarımız müptela edildi. Elinden çikolatası ya da şekeri alınan bir çocuğun tepkisinin ne kadar şiddetli olduğuna hepimiz şahit olmuşuzdur. Bu misal bile tek başına durumun vahameti ortaya koymaya yeter.
Soframızdaki gıdaya yabancılaşmış durumdayız. Kentli tüketici, gıda ambalajlarının üzerindeki resimleri ya da televizyon reklamlarında sunulan köy manzarasını gerçek sanıyor. Reklamlarda gördüğümüz, karnı acıkan çocuklar için sebze toplayan güler yüzlü köylü kadınların, yemyeşil kırlarda yayılan mutlu ineklerin gerçek dünyayla uzaktan yakından ilgisi yok. Gıda, bize gösterildiği gibi üretilmiyor.
“Kötü yemek verirsen günah işlemiş olursun.” ifadesini yaşamalıyız. Aksi takdirde toplumu yıkıma götüren vetirenin bir parçası olmaya devam etmek zorunda kalırız. GDO’lu gıda tüketmenin sağlığımızı ve gelecekteki gıdamızı harap etmenin yanı sıra toplulukları zayıflatmak gibi bir de gizli maliyeti var. Anlık çözümler geleceğimizi tehdit ederken toplumun temellerini de sarsıyor. Eskiden toplum bütün tecrübesini, tohumunu büyük bir zevkle ve cömertlikle herkesle ücretsiz paylaşırken, patent altına alınan ve parayla satılan tohumun dolayısıyla tarımın yardımlaşma ve paylaşımı bitmiş durumdadır.
GDO sözleşmeleri!
Fare deneyleri göstermiştir ki, GDO’nun kesin etkileri üç nesil sonra ortaya çıkıyor. Toplum mühendisliği tam da burada devreye girerek GDO’lar hakkında araştırma yapılarak toplumun sağlıklı bilgi alması engelleniyor. Konu ile ilgili, Ağustos 2009’da Scientific American dergisi ilginç bir araştırma yayınladı. Dergide yer alan araştırmaya göre, dev tohum şirketleri GDO’lu tohumları satmadan önce, alıcıya bir anlaşma imzalatarak alınan tohumlarla “bilimsel araştırma yapılmamasını” garanti altına alıyor. Şayet sözleşmeye aykırı olarak araştırma yapılırsa patent yasaları devreye sokulup maddi ve manevi ağır müeyyideler uygulanıyor. Fakat bu sözleşmede, bir istisna konulmuş. O da, şayet araştırmanız GDO hakkında olumlu bir bulgu içeriyorsa şirket sizi dava etmiyor ve araştırmanızın yayınlanmasına izin veriyor.
Monsanto Şirketi, çiftçilerin tohumlarını ertesi yıla saklamaması için değişik önlemler almıştır. Bunların başında çiftçi ile Monsanto Şirketi arasında yapılan otuz sayfalık sözleşme gelmektedir. Sözleşmede tohumun ertesi seneye saklanmaması, yani yalnız bir kez ürün almak üzere kullanılmasının yanı sıra, eğer ertesi yıl Monsanto’dan yeniden tohum almışsa, geleneksel tohumla elde ettiği üründen üç yıl boyunca Monsanto Şirketi’ne örnek göndermesi şartı vardır.
Örneklerde Monsanto’ya ait rekombinant gen bulunursa, çiftçiye tazminat davası açılmaktadır. Bunun dışında Monsanto ücretsiz bir ihbar telefon hattı kurmuştur. Ertesi yıla tohum saklayan çiftçileri ihbar edenlere ödül sözü verilmiştir. Ayrıca özel tarla dedektifleri devreye sokulmuş, Kanada’da dağ polisi ile özel antlaşma yapılmıştır. Dünyanın en önde gelen üniversitelerinden biri olan MIT’in The Thistle adlı iki ayda bir yayınlanan dergisinde bir editör, Monsanto’nun bu yaptıklarının Stalin ve Latin Amerika diktatörlerini kıskandıracak boyutta olduğunu yazmıştır.
Sözleşmelerle baskı altına alınan çiftçilerin içine düştükleri durum içler acısıdır. Gerçekleri bildikleri halde söyleme hakları “hukuken!” ellerinden alınmıştır. Ancak şirketler için bu da yeterli olmamaktadır. Medya kullanılarak yaptıkları gizlenmekte, dahası propaganda yapılarak GDO’ların ne kadar yararlı olduğu hususunda toplum etkin bir şekilde yönlendirilmektedir.
M.J. Navaro’nun yaptığı bir çalışmaya göre, 2002-2008 yıllarında uluslararası basında biyoteknoloji hakkında çıkan toplam 3652 yayının %80,3’ü GDO tohumlarını öven, %9,1’i yeren ve %10,6’sı tarafsız kalan yazılardır. Aslında bu rakamlar medyanın ne kadar bağımsız, güvenilir ve kimlerin çıkarına hizmet ettiğini de göstermesi açısından ibretlikdir.
Dr. Arpad Pusztai
Tüm bu bilgiler küresel güçlerin nasıl bir hukuki ve siyasi güçlerinin olduğunu da belgeler niteliktedir. Bütün bu gayri ahlakî engellemelere rağmen her türlü riski göze alan bilim adamları vardır. Bunlardan biri olan Macaristanlı bilim adamı Dr. Arpad Pusztai’dir. Pusztai; GDO’lu patatesle beslenen farelerin, bağışıklık sisteminin zarar gördüğünü ve bedensel gelişimlerinin geri kaldığını; bazı farelerin GDO’lu domates yedikten birkaç hafta sonra öldüğünü kanıtlayan çalışmasından sonra, bilimsel sahtecilikle suçlanır. Daha sonra, elde ettiği sonuçları açıklaması yasaklanır. 1999 yılında on dört ülkeden yirmi bilim adamı, Dr. Pusztai’nin çalışmasını incelemeye alıp doğruluğunu ispatlarlar. Sonrasında ise, doktorun çalıştığı Rowett Enstitüsü’nü baskılara boyun eğmekle suçlarlar. Bu enstitünün, GDO devi Monsanto’dan yüz kırk bin sterlin destek aldığı tespit edilir.
Maalesef Dr. Arpad Pusztai gibi bilim insanlarının sayısı çok az. Genelde baskılara boyun eğen ve çıkarı uğruna gerçekleri gizleyenler çoğunluğu oluşturuyor. ABD Balık ve Vahşi Yaşam Servisi’nin yaptığı bir çalışmaya göre,
-Biyolojik türlerin korunması için tedbir alınması gerektiğini dile getiren bilim insanlarının yüzde kırk dördü bu bilgileri yayınlamamak üzere uyarılmıştır.
-Bilim insanlarının yüzde yirmisine verilerini ya da yorumlarını değiştirmeleri için baskı yapılmıştır.
-Bilim insanlarının yüzde elli altısı, ticari çıkar söz konusu olduğunda, sonuçları değiştirilen bilimsel çalışmalar olduğunu bildiklerini dile getirmiştir.
Netice olarak her türlü ahlaksızlığı metot olarak benimsemiş küresel güçler bizlere GDO’lu gıdalara bağımlı hale getirerek dünyamızı ve ahiretimizi kendi dünyalarında yaşadıkları gibi karartmak istiyorlar. Bu konuda bilinçlenmeli ve tavrımızı yaşantımızla ortaya koymalıyız vesselâm…
İstifade edilen başlıca kaynaklar:
1- Roger Garaudy, Amerikan Efsanesi.;
2- Kemal Özer, Deccal Tabakta.;
3- Kemal Özer, Şeytan Ye Diyor.;
4- Dr.Yavuz Dizdar, Yemezler.;
5- Dr. Müh. Hüseyin Kami Büyüközer, Yeni Dünya Düzeni ve Helal Gıda.;
6- Dr. Müh. Hüseyin Kami Büyüközer, Yeniden Gıda Raporu.;
7- Prof. Dr. Kenan Demirkol, Gdo: Çağdaş Esaret.;
8- Aidin Salih, Gerçek Tıp.;
9- Kemal Özer, Yediklerinizin içinde ne var?.;
10- Mebruke Bayram, Gıdalar, Ambalajlar, Silahlar ve Açlar.;
11- İsmaik Tokalak, Dünyada Gıda Terörü.;
12- Vandana Shiva, Tohum ve Gıdanın Geleceği Üzerine Manifestolar.;
13- F.William Engdahl, Ölüm Tohumları.;
14- Prof. Dr. Mustafa Koç, Küresel Gıda Düzeni.;
15- Soner Yalçın, Kara Kutu.;
16- Muhtelif internet siteleri, makale, gazete haberleri.
Benzer konuda makaleler:
- Televizyonları kapatalım
- Harama bakmak körleştiriyor
- İnsan beyni galaksilere mi benziyor?
- Küresel ısınmanın diğer yüzü
- Siyasi pencere yönünden: GDO
- İnsan kalabilmek
- Kaht azabı ve sarı altın
- Küresel ısınmadan küresel kavrulmaya mı geçtik?
- İklim krizi ve küresel ısınma ne kadar gerçekçi?
- Felaket mi, uyarı mı?
İlk yorum yapan olun