Askerî rejimler ve İslâm

Geçen günlerde Fransız Le Figaro gazetesi İslâmın askerî rejimler doğurduğunu iddia eden bir yazı yayınlamış.

Ana fikrini kısaca özetleyecek olursak:
“Kuruluşundan bu yana İslâm, siyaset ve yönetim konularında derin bir askerî angajman geleneğine sahip. İslâmın Ortadoğu, Fars İmparatorluğu, Güney Avrupa ve Hint alt kıtası boyunca yayılmasını sağlamak ordunun sorumluluğundaydı. Müslüman ülkelerde askerlerin dominant rolü Osmanlının çökmesine kadar sürdü. Bugün Arap dünyasının önemli bir kısmını sallayan devrimler, İslâmın askerî geçmişi tarafından kesintiye uğratılıyor.“ (Milliyet, 1.2.12)

Yazıda Osmanlı sonrası için, “M. Kemal’in kurduğu ülkede askerler kendilerini ‘laik cumhuriyetin bekçileri’ ilân ettiler” de deniliyormuş.
Bu son cümledeki tesbitin, üstte özetlenen iddialarla oluşturduğu açık çelişkiden başlayalım.

Her geçen gün daha iyi anlaşılan gerçek şu ki, M. Kemal’in kurduğu düzende İslâmın yeri yok.  Ve bu düzenin korunması, yıllar boyunca askerlere havale edildi. Onlara yüklenen “laik cumhuriyetin bekçiliği” misyonunun referansı da İslâm değil, tam tersine her türlü dinî tezahürü “irtica ve tehdit” olarak gören bir laiklik anlayışı oldu.

Günümüz İslâm coğrafyasındaki askerî diktatörlüklerin kaynağını Müslümanlığa bağlayan Le Figaro’nun, ilhamını İslâmdan değil, Fransa’dan alan ve asker dipçiğiyle korunan Kemalist rejim için yapabileceği bir açıklama var mı?

Ki, “İslâm ülkelerinde askerlerin hakim rolü Osmanlı çökünce bitti” diyen de yine Le Figaro!

Peki, İslâmın siyaset ve yönetimde derin bir askerî angajman geleneğine sahip olduğu iddiası doğru mu? Hayır, bu da yanlış. Tarihî süreçte çoğu hükümdarın—şimdiki demokrasilerde devlet başkanının başkomutan sıfatını da uhdesinde bulundurduğu gibi—aynı zamanda komutan olması ve bilhassa savaş meclislerinde paşaların zorunlu mevcudiyeti ayrı bir hadise. Ve diğer devletlerdeki durum da bundan farklı değil.

Dahası, Said Nursî’nin “dindar cumhuriyet modeli” olarak gösterdiği ve dört halifeyi reisicumhur diye nitelediği Asr-ı Saadette yaşanan bir olay, asker üzerindeki sivil irade hakimiyetinin de çok ilginç bir örneği. İkinci halife Hz. Ömer’in (r.a.) muzaffer komutan Halid bin Velid’i (r.a.) azledip yerine Ubeyde bin Cerrah’ı (r.a.) tayin etmesi ve bu değişimin hiçbir sıkıntı yaşanmadan gerçekleşmesi ne anlama geliyor?

Le Figaro’nun bir çarpıtması da, İslâmın üç kıtada yayılmasını orduya ve kılıca bağlayışı. Bu da tamamen yanlış. Sadece silâh zoruyla sağlanan bir hakimiyet, bunca yüzyıldır dünyanın her tarafına nüfuz edebilir miydi? Son din İslâmın hakikatlerinin akılları ikna ve gönülleri fetheden manevî gücü ve cazibesi olmasaydı, milyarlarca insan Müslümanlığı tercih eder miydi?

Dahası, tek bir İslâm askerinin dahi gitmediği bazı beldelerdeki Müslüman varlığının izahı ne?
Keza, Müslümanların askerî taarruzunun söz konusu olmadığı çağımızda, dünya genelinde insanların İslâma yönelmesi nasıl açıklanabilir?

Le Figaro’nun, “İslâmın askerî geçmişi”ni, Arap devrimlerini kesintiye uğratan sebep olarak göstermesi de bir başka çarpıtma. Ne ilgisi var?

Herşeyden önce, yaşanan bu hadiselerde “İslâmın askerî geçmişi” diye bir faktör yok. Buna karşılık, Fransa’nın da başını çektiği emperyalist ve hegemonyacı Batı siyasetlerinin söz konusu ülkelere musallat edip senelerce kullandığı diktatörler ve onlardan son kullanma tarihi dolanların yer yer acımasız yöntemlerle tasfiyesi var.

Seçim yapılan yerlerde Müslüman Kardeşler gibi etkin hareketlerin öne çıkması ise, buralardaki toplumsal gerçeklerin ve demokrasinin bir sonucu. Ama bu durumdan kaynaklanan bir “kesinti”den söz etmek için de henüz çok erken.

Sonuç: Le Figaro’nun çarpıtmaları, yüz yıl önce Avrupa’nın “Şeriat istibdada müsait” zannını tekzip için meşrutiyeti herkesten çok alkışlayan Bediüzzaman’ın haklılığını tekrar teyid ediyor.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*