Avrupa’nın Kudüs’ü

Kur’ân Sempozyumu, beş masadan oluşmuş, katılımcılar serbestçe müzakerelerini yapıyorlar. Yani kuru kuruya bildiri sunup oturmak ya da gövde gösterisi yapmak, tribüne oynamak yok, oldukça nezaketli bir ortamda fikirler alabildiğine tartışılıyor.

Gerilim oluyor, ama “nezaket ahlâkı” önceleniyor. Bârika-i hakikat, müsademe-i efkârdan çıkar, derler ya, onun gereği yapılıyor burada.  Bizim odada Alparslan Açıkgenç hocam, Yusuf Kaplan, Mustafa Akyol, Ramazan Taş, Metin Boşnak, Levent Bilgi, Abdullah Ekinci, Enstitütü’den Dr. Hakan Yalman var ve öğretim üyesi arkadaşın biri moderatör, diğeri sekreterya gibi işlev görüyor. Çok sakin, dingin ve oldukça verimli müzakereler yaptık. Medeniyet ve temel unsurları, aksayan yönler ve yeniden bir medeniyet tasavvuru üzerine farklı fikirlerin ortaya çıkması ve bunların müsamaha içinde kabulü veya itirazî hususların nezaketle yapılması, doğrusunu söylemek gerekirse, beni ümitvar kıldı.

VRELO BOSNA

Oturumlar sonrası çıktığımız şehir gezisinde önce iç açıcı ve oldukça güzel bir mekâna uğradık. Tito’nun en önemli mekânlarından biri olan bu geniş parkı görünce insanın içi açılıyor doğrusu. Milijacka nehrinin çıkış yeri, şırıl şırıl akıyor, her tarafa serinlik veriyor. Ufak köprüler var, kazlar, şibiler geziyor… “Şibi ne yahu” dedi bir arkadaş, “ördek” dedim! Tito, hem ABD, hem de SSCB karşıtı, daha doğrusu teslimiyetçi politika izlemediğinden sürekli yer değiştirirmiş, burası da Bosna’daki yeri imiş. Ev daha uzaktaymış, bu nedenle gidemedik. Hiç tahrip olmamasının nedeni, iç savaşta Sırpların elinde olduğundan dolayı imiş!

DİRENİŞİN SİMGESİ: TÜNEL

Hâlâ toplu mezarların çıktığı ve kemiklerden kimlik tespiti yapılıp, kayıp olanların tespitine çalışıldığı, her yıl Temmuz ayında törenle bunların mezarlarına konulduğunu düşünecek olursak, durumun vahameti ortaya çıkar. Yani kesin sayı söylenilmiyor, ama 1992-1995 yılları arasında havaalanı ile şehir arasında kuşatmayı yaracak şekilde yapılan 880 metrelik, 1.60 metre yüksekliğinde tüneli görünce, oradaki savaş esnasında çekilmiş filmi seyredince insanın kanı donuyor. Tünelden çıkan bir mücahid, Boşnakça “anama selam söyleyin” diyormuş. Sadece o civarda 11 bin insan şehit olmuş. Ev sahibesi Şida Teyze ile tanışmak ve elini öpmek nasip oldu. Artık iyice tedirgin oluyormuş gelen gidenlerin ve konuşmak isteyenlerin çokluğundan dolayı, ama misafir Türkler olunca daha bir yakın oluyormuş, şirin mi şirin bir Osmanlı ninesi, aynen Fidan ebem gibi. Ev orijinal haliyle korunuyor, içerisi müze olmuş, resimler var, birinde üzerinde yazılar olan bir sigara paketi var. Bu ne diye sorunca, Boşnaklar sigaraya çok düşkün, zengin bir kütüphaneye sahip biri kitaplarını sigara kâğıdı yapımında kullanılması için vermiş. İçerideki resim levhaların çoğunun kenarında ufacık bir Türk bayrağı var desem abartmış olmam. Avlu gibi yerde şehitlerin isimlerinin yazıldığı bir bölüm var. Orijinal resimler asılı. İçeride Aliya’nın rahatsızlığında tüneli geçerken kullandığı bir sandalye var, yaralıların taşındığı sedye, bunlar rayda gidecek şekilde yapılmış. Uluslararası ilişkiler hocası Hasan Hocama ne kadar teşekkür etsek azdır, burayı görmeden gitseydik, olmayacaktı doğrusu.

TV dizisi olarak da izliyorduk, fakat gerçeğini görünce insan bir tuhaf oluyor. Hele komşularının gizlice silâhlanıp Müslüman Boşnakları öldürüp, teslim ettiklerini duyunca, ne diyeceğimi bilemiyorum. Çocuktan al haberi derler ya, Müslüman çocuklar ailelerini uyarmışlar, iç savaş öncesi, “Anne baba bak bunlar silâhlanıyor!” diye. Bizimkiler “Olur mu yavrum, yıllardır beraber yaşıyoruz, komşularımız bize bir şey yapmaz” demişler. Tatbikat, hadi siz harp oyunu deyin, bu bahaneyle şehri çevreleyen dağlara toplar yerleştirmiş Sırplar ve başlamış ateşe. En az elli kişinin öldüğü Pazar yerini gezdik, özellikle kalabalık olduğu saatte basmışlar burayı. Toplu bir kıyım başlamış.

Şehri ikiye bölen nehir köprülerle donanmış. Bunlardan birisi de hepimizin bildiği daha doğrusu 1. Dünya Savaşının çıkış sebebi diye yutturulan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Veliahtı Ferdinand ve eşinin Gavrilo Princip tarafından öldürüldüğü köprü. Bunu geçelim, hikâye zaten. Gerçi “ha bu bize ders olsun” diye müzesini de yapmışlar, ama 1992-1995 kıyımına engel olamamış. Öyle gözüküyor ki, Sırpların bir arada yaşamak gibi bir dertleri olmayacak gibi. Sırplar, “açlık çeken Boşnakları avlamak için”, (tabirimi mazur görünüz, aynen bu kelimenin karşılığını kullanıyorlarmış) köprü başlarına yiyecek paketleri koyarmış, almaya gelenleri de sniper (keskin nişancı) ile—artık bu kelimeyi herkes biliyor— avlarlarmış. Türkiye başlangıçta resmî olarak tarafsız gibi durmuş, ama halk gayri resmî olarak yardımcı olduğunu söylüyor. Özellikle silâh üretim birimi kurulduktan sonra Aliya İzzetbegovic ve sağ kolu Eyüp Ganiç’in gayretleriyle halka özgüven geliyor, dışarıdan maddî ve manevî yardım da geliyor, karşı saldırılar başlıyor. Başlangıçta, Hırvatlar Müslümanlarla birlikteymiş, ama daha sonra Miloseviç’in ince ayar politikalarıyla karşı safa geçmişler. Buna rağmen, Boşnaklar her yerde Sırpları püskürtmeye başlamış, Hıristiyan Boşnaklar da Müslüman Boşnakların yanında yer almışlar.

BAŞÇARŞI

Hüzünlü bir şekilde Başçarşı, yani Osmanlı mekânına yürüyoruz. 1463 yılında fethetmiş Osmanlı burayı. Bosna Sancağı olarak Rumeli Eyâleti’ne bağlanmış, 1483’te fethedilen Hersek bölgesi Bosna’ya  bağlanmış. Hemen imar programı başlatmışlar, her yerde görüyorsunuz bu kadim kültürün nezaketini. Kadim Bosnalıların oturduğu mekânlar buralar, onun için de kıyım burada çok büyük olmuş. Hızlı bir şekilde yaptığımız otobüs turuyla Avusturya-Macaristan, Almanya mimarîsinin etkilerini de görüyoruz. Çoğu tarihi binanın okul olarak kullanılıyor olması çok hoş, gençlere doğal bir özgüven yüklüyor olsa gerek.

Sebil dediğimiz meydan ve çarşıya girince insanın içi rahatlıyor. Sanki Bursa’dasınız, öyle hissediyorsunuz. Moriça Han’da Bosna kahvesi içtik, bakır tepside bakır cezve ile, küçük bakır cezve içinde lokum ve şeker ile fincan geliyor. Bunun da bir ay yıldız simgesi varmış, anlattılar, ama pek anlamadım doğrusu. Sonrasında Gazi Hüsrev Bey Camisine geçtik, burasının Sultan Ahmet’i diyebiliriz, orada akşam namazlarını kıldıktan sonra meydanda bir dükkandan Aliya ile özdeşleşmiş olan Boşnak kalpağı alıyorum iki tane. Çünkü bu sene aynı zamanda felsefe tahsiline başlayan Enes’e alabileceğim en manidar hediye olacak, Aliya İzzetbegoviç ve “Doğu ve Batı Arasında İslâm” adlı kitabıyla tanıştırmak için. Pazar sabahki oturumda ana hatlarıyla bir özet çıkarıp, bunu maddeler haline getirdik. Öğleden sonra kamuya açık panel yapılacağı için Ali Çaksu kardeşimle tekrar Başçarşı’ya ecdad mekânına gittik. Yavaş yavaş, sindire sindire gezdik. Bursa Belediyesi’nin yaptırdığı şirin mescidi, biraz ilerisinde müftülüğün de bulundu tarihî camiyi gezdik. I. Dünya Savaşı’nın gerçekleşme sebebi diye sunulan suikastın gerçekleştiği köprüden geçtik ve Kafe Sevda’ya gittik. Burası daha sakin ve kahvesi daha güzelmiş, “Sevda” etnik/yerel müzik anlamındaymış. Gençler de çok seviyormuş, hoş bir tarihî bina, küçük avlunun üstünü camla örtmüşler. Oradan Gazi Hüsrev karşısındaki aynı isimli medreseye geçtik. Eğitim hâlâ cok ciddi bir şekilde devam ediyormuş. Bahçesinde ömürleri yirmili yaşlarda sona ermiş talebeler var, bazılarının sıfatı imam, bazılarının ise softa yazıyor. Gel de Çanakkale’yi anma yeniden. Bu gençler ile birlikte belirli bir yaş grubu yok, dolayısıyla nüfus dengesi de bozulmuş, kadın oranı daha fazlaymış.

DİLEK ÇEŞMESİ

Hemen medresenin kapısından çıkınca sizi karşılıyor, caminin duvarına bitişik, iki çeşme. Birinden içince yeniden geliniyormuş, diğerinden içince buradan evleniliyormuş, Ali’ye sordum “Teknik bir hata yapmayalım, hangisinden içince yeniden geliniyormuş?” diye. “Valla karıştırıyorum ben her seferinde” dedi, numaradan mıydı bilemiyorum. Bende ne olur ne olmaz diye ikisinden içtim, çünkü buralara yeniden gelmek istiyorum. Zaten caminin diğer kapısının karşısında ufacık bir çayhane var, oraya konuşlandık, harika çayı var.

Makbule Hanım sahibesi… İçerisinde Türk bayrağı ve Türkiye’ye dair resimler var, çat pat Türkçe de konuşuyor. “Kolay benim için” diyor ve dillerindeki Türkçe kelimeleri sayıyor. Aha burada kahve içiliyor, çay yok aslında, yani meyve çayları var, otantik ve lezzetli, ama onu da hastalar içermiş. Şimdi bizim gençler çayı öğretmişler ve ha bire içiyorlar. Ali anlattı, iki ihtiyar esnaf çay içiyordu, biri demli dedi harika bir aksanla ve açıklamaya başladı demli ne demek diye. İkinci bardakları demlenirken, üç Türk genci geldi hazırlık okuyorlarmış, farklı cemaatlerden ve oldukça barışıklar birbirleriyle. Onlarla epey sohbet ettik, diğer yerlerden edindiğimiz bilgileri bir de bunlarla kontrol ettim.

Gençlerin Boşnak arkadaşları var ya, o döneme ait babalarından hatıralarını dinlediklerini söylediler. Türkiye’den her türlü yardım gelmiş, bazı siviller, mücahitleri eğitmiş. Doğan Güreş Paşa burayla özel olarak ilgilenmiş. Yani yansız kalması siyaseten olabilir, ama Balkan kökenli askerlerin çokluğunu biliyoruz, nasıl duyarsız kalabilirler ki, ata yurtlarına zaten. “Baksanıza buraları sanki Bursa’dasınız” dedim gençlere. “Siz bir de İstiklal Caddesini gezin öyleyse” demezler mi? Bir de uyanık geçinirim, “Ne öyle mi?” diye sordum, oysa gelmeden bakmıştım genel olarak. ‘Ferhadiye Caddesi dedi’ Ali, hadi bir dolaşalım o zaman diye çıktık.

Almanya-Avusturya-Macaristan mimarîleriyle dolu nezih bir cadde gerçekten.

Ferhadiye Caddesinin bitiminde köşede Bişkek’te gördüğüm özgürlük ateşinin daha ufağı var, buraya Ebedî Alev diyormuşlar. 6 Nisan 1945 Nazilere karşı Hırvat, Sırp ve Müslümanların direniş göstermesinin simgesiymiş. Buradaki kelimelere dikkat lütfen, Boşnaklar denmiyor, Müslümanlar deniliyor. Yani ırk merkezli ise niye böyle yazılmış deyince, Hırvat ve Sırplar aynı kökten, ama biri Katolik, diğeri Ortodoks, yani onlarda dinî isimlendirmeymiş. Daha ötesi, Boşnakların da aynı ırktan olduklarını, Müslüman olduklarını söylüyorlar, yani özünde burada levhada dinî bir tanımlama varmış. Bu da ilginç değil mi? Değil, unsuriyet veya menfi milliyet denilenin panzehiri İslâm milliyeti ve hamiyeti gereği, dili ırkı ne olursa olsun kardeşlik ve takva üzerine olmak değil midir? İlginç olan nokta, mezhebin burada din gibi kabul görmesi ve aynı ırkın mezhep/din merkezli farklı isimlendirmeler alması! Yani o kadar abartmış ki Rusya, Protestanlığı din hanesine yazmıyormuş, Katolikliği kerhen tanıyormuş.

SİYASETEN PARÇALANMIŞLIK

Şu anda Aliya merhumun oğlu Bakir İzzetbegoviç, Müslüman Boşnakların lideri, ama halkın gözünde babası kadar güçlü bir lider değil galiba! Durum burada siyaseten pek iyi değil, yani yönetim yok aslında. Ekonomik durum da pek iyi değil gibi, işsizlik oranı çok yüksekmiş, özellikle gençlerde. Yatırım da zor, çünkü üçlü yönetim var ve prosedür çok, rüşvet de varmış. Meşhur Dayton Anlaşması ile meydanda kazanılan savaşın, masada nasıl kaybedileceğinin örneği Bosna aslında. Aklıma Lozan geliyor. Dayton Anlaşmasında Aliya’ya bastırıyorlar ve mevcut on parçalı kanton bölgeler çıkıyor. Üç siyasal parçalı yapının her birinin kendi lideri var. Ayrıca ülke içinde kantonlar var, yani daha özerk birimler, her birinin de lideri var. Bunu imzaladığı için buruklar İzzetbegoviç’e, üstelik bir kısmı Türkiye’nin de etkisi olduğunu düşünüyor! Öyleyse durum vahim gerçekten! Ama şu satırları yazdığım gün (25 Mart) günü Hakk’a yürüyen Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’nun Kosova’ya katkılarını hatırladığım zaman, niçin Türk-İslâm coğrafyasından bir çok güzel insanın cenaze törenine katıldığını şimdi daha iyi anlıyorum. Buraları görmeden verilen mücadeleyi gazetelerden ya da filmlerden seyretmekle anlamak mümkün değil. Çorumlu dostlar, eminim bugün Taceddin Sultan Dergahı’ndaydı, çünkü geçen sene ben de oradaydım. Enes, “Yüreğini ferah tut, ben ararım ağabeylerimi, hürmette kusur etmem” demişti, bu teselli yeter. İzzetbegoviç’in meşhur kepini ve kitabını da hediye edeceğim, fiilî ve fikrî özgürlük mücadelesinin üç güzel insanını aynı anda yâd etmenin, miraslarına sahip çıkmaya gayret etmenin simgesi olarak. Tesellimiz, karınca misali su taşımak, yanan İslâm coğrafyasına, âlim, abid ve arif insanların fikirlerini güncelleyerek, gençlere taşımak. Ümitvar olmak zorundayız ve ümitliyiz.

Siyasî parçalanmışlığın yanı sıra 1300 gün sürdüğü söylenen ve resmî olarak öldürülenlerin, kayıp olanların tam sayısının bilinmediği Bosna kıyımı, aslında insanlığın bittiğini, bir arada yaşama kültürünün yok edildiğini göstermesi açısından önemli. Tersten okursak, tekrar ümitvar olabiliriz, çünkü yüzyıllarca Müslüman, Katolik, Ortodoks ve Musevî inançlar burada yaşadı, bizim dönemimizde. Nitekim Sarayovası’nda, bir çok kilise, sinagog ve camii yan yana duruyor. Bu sebeple olsa gerek, ‘Avrupa’nın Kudüs’ü’, veya ‘Küçük Kudüs’ gibi denirdi. Sırplar bunu yok ettiler, ama Aliya’nın başlattığı fikrî diriliş bunu yeniden gerçekleştirecek inşallah. Ama komünist Boşnaklar ve bir kısım mutedil Boşnaklar, bu problemi Aliya’nın açtığı ve tedbirlerin alınmasını geciktirdiğini düşünüyormuş.

BOŞNAK BÖREĞİ YEMEDEN OLUR MU?

Ee.. Buraya gelip de Boşnak böreği yemeden gitmek olur mu? El cevap: Olmaz. Hele öğle yemeğinde THY Saraybosna müdürü Salih Kansu kardeşim getirmiş ki, eğer götürmezsek hatırı kalır can yoldaşlarımızın. Ali’nin dar bir aralıktaki börekçisine gidiyoruz, paketleri alıp, yavaş yavaş hediyeliklere bakıyoruz. İlginç olan meselâ, her gittiğim yerden orayı hatırlatan anahtarlık alırım, lâkin yok burada. Ali’nin de garibine gitti, gerçekten yok. O zaman buzdolaplarına falan yapıştırılan Saraybosna olan levhalardan alıyoruz. “Gusle nereden bulabiliriz?” diye sorunca, Makbule Hanım kızdı “Ne işiniz var onunla?” diye. Şaşırdık, “O kilise müziği içindir ve Sırplar kullanır, çentik” dedi. “Zaten bugün Pazar, bulamazsınız buralarda, 20 km ötede bir yer var, oradan bulabilirsiniz, iyisini de anlayan birisini bulmanız lâzım, yoksa kazıklanabilirsiniz” dedi. Bu açıklamaları biraz sertçe “Ne işiniz var o aletle?” demesinden sonra nezaketen yaptı gibime geliyor, amma velakin… Üzmek de istemiyor çünkü turizm sezonuna Türk sezonu diyor. Bizimkiler çok geliyormuş, bazıları neredeyse her yaz geliyormuş. Haziran sonunda Ayvaz Dede Şenlikleri varmış ki, hal diliyle tebliğ yapan bir alperen, beş yüzyıla yakın Boşnaklar onun adına şenlik yaparmış. Tito zamanında bir süreliğine kesinti olmuş, ama şimdi yeniden yapılıyormuş. Türkiye’den de gelen çok oluyormuş. Selefî ve diğer Arap-İran kökenli eğitim alan Boşnaklar bu durumdan rahatsız oluyorlarmış.

İLAHİYAT FAKÜLTESİ

Bu kadar din temelli olup da bunun eğitimini veren kurum olmaz mı? Hele Ankara İlahiyatta okuyup da Türkiye’deki ilahiyatta büyük hizmetler verip, burada yatan hocamızın yetiştiği kurumları ziyaret edilmez mi? Öğleden sonra Osmanlı kökenli medreseyi ziyaret etmiştik. Akşam yemekten sonra Metin Hocam, bizi alıp tekrar Türklerin toplanma mekânı olan kahvehaneye götürdü. Orada Ahmet Alibasiçu kardeşle tanıştık. Malezya’dan tanışıyorlar, hocamdan bir iki ders de o almış. Arapçası ve İngilizcesi çok iyi, hemen kaynaştık. Yazın Bursa’da Tömer’e gelecekmiş, Türkçe öğrenmek için. Çocukları şimdiden öğreniyormuş. Epey sohbet ettikten sonra  görev yaptığı fakülteyi ziyarete gittik. Gece saat onu geçiyor, ama olsun dedik.

Serijatska Sudacka Skola Sarajevo yazıyor kapısında. Tarihî, harika bir bina. Çek Musevî bir mimarmış burayı yapan. İçerisini geziyoruz, çok nezih bir avlu var, üzeri kapalı, yan tarafta genişçe bir odayı mescit yapmışlar. Hocanın odasına girince, birden çok heyecanlandım. Çünkü duvarda Osmanlı padişahlarının resimlerini taşıyan bir levha, Mostar Köprüsü şeklinde Osmanlıca bir levha ve en önemlisi de Fatih Sultan Mehmet’in Fransiskenler’in dinî özgürlüklerini tahaattüt eden bir ferman var. Hâ, bir de Ahmed kardeşin aldığı bir ödül var: Lamia Faruki Award yazıyor. Ee, ne diyeyim ben şimdi, Recep Şentürk kardeşle, Mostar Köprüsü’nün yazısını okuduk, oraya gidemedik ya, hasreti kaldı içimizde. Epey sohbet ettik, Ahmet kardeş herkese kitaplar hediye etti, ayrıldığımızda gece yarısını geçiyordu. Ecdadın ruhuna lâyık bir sempozyum sürecinin sonu da Ahmed kardeş vesilesiyle harika oldu. Ama daha çok çalışmamız gerektiği de ortada. El birliğiyle, tıpkı Haceru’l-esved örneğinde olduğu gibi, her birimiz bir tarafından tutmalı ve kaldırmalıyız, Peygamber Efendimizin (asm) getirdiği hakikatin yerine ulaşması için. Vesselam meni’t-teba’l-Huda…

AY YILDIZLI BEGOVİC MEZARI

-Parkın verdiği serinlik tekrar sıkıntıya dönüştü, çünkü Aliya’nın mezarını ziyarete gidiyoruz. Mezar taşları arasından anıt desem anıt değil, ilginç bir mimarîsi olan yere yaklaşı-yoruz. Bir de ne görelim? Hilal şeklinde bir havuz, yıldız şeklinde konuşlanmış mezar taşları. Yani Aliya merhumun mezarı ay yıldız şeklinde yapılmış. Yeni mezarlığın karşısında eski mezarlık var, Osmanlı tarzı, mezar taşlarında sarık var.  Hıristiyanlar Makedonya’da olduğu gibi, burada çok büyük bir haç yaptırmışlar, her yerden görülen. Müslümanları teskin eden Aliya, “Ne kadar büyük yaparlarsa yapsın, gökteki hilâl ve yıldıza yetişemezer” dermiş. Onun yeryüzüne düşmüş gölgesi işte bu mezarlıktaki ay yıldız. Zaten kaç gündür demiyor muyuz, Allah yolunda şehit olanlara ölüler demeyiniz, çünkü onlar diridirler diye. İşte burası bunun somut örneği.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*