Âyetü’l-Kübrâ, vahdet ve tevhide kâinatı şahit gösteriyor

Âyatü’l-Kübrâ Risalesi Allah’a iman rüknünü en kapsamlı bir şekilde izah ve ispat ederek, vahdet ve tevhit hakikatine kâinatı şahit gösteren bir levhâdır.
Şu veciz ifade; “Kâinattan Hâlıkını soran bir seyyah’ın müşahedatıdır.” ile Seyyaha, kâinat üstünde Allah’ın varlığı ve birliğine delil gösteren bütün varlıkları tevhid adına tefekkür ettiriyor.

“Seyyah” diye kendini vasıflandıran Said Nursî Hazretleri, gâh zemin üstündeki dağ, bitki, nebatat, deniz ve nehirlere; gâh semadaki ecrâmlara tayerân ederek güneş, ay ve yıldızların ahenkli hareket ve vazifelerine bakar, nazar ettiği her bir varlığın üstünde tevhidi ilân eden “La ilahe ilallah” kelâmı görür.

“İşte bu meraklı yolcu, bu cevde, bulutu teshirden, rüzgârı tasriften, yağmuru tenzilden ve hâdisât-ı cevviyeyi tedbirden terekküp eden bir hakikatin yüksek ve âşikâr şehadetini işitir…” 1, bakar ki, kâinatın bütün kademelerinde görevli memurlar şefkat sahibi bir Zat’ın emri ile hareket ediyorlar.

Meselâ, rüzgâra bakar kimi zaman bitkilerin büyümesine yardım bir anne, kimi zaman bulutları taşıyan bir nakliye vasıtası ve en önemlisi de bütün canlıların hayata tutunmalarına vesile olan bir vasıta…

Yağmur, kar ve denizler her biri bir tarz görevle tavzif edilmiş İlâhî emir ve komutu dâhilinde hareket ediyorlar. Yağmurun yağdırılması fizikî kanuna göre yüksekten hızla inerken kurşun gibi inmesi lâzımken, Rahmet-i İlâhiye şefkatle indiriliyor.

Her bir kar tanesinin sühuletle yere indirilmesi, deniz ve nehirlerin cezbekârane cuşu huruşla zikirlerini ve hazin ve güzel seslerini tefekkür eden seyyah, bütün mahlûkatın fıtrî ve hâli duâları “Göklerde ve yerde bulunan her şey Allah’ı tesbih etmiştir.

O’ Aziz’dir, Hakîm’dir.”  2 diyerek, duâ edilen Zat’a işaret ve şahadet ediyor.

Seyyah, kâinatta bulunan bütün varlıkları bir meclis-i tehlil suretinde görmüş ve her bir varlığın lisan-ı hâl ve kal ile cezbesine katılmış onlarla birlikte “Lâ ilâhe illâ Hu”demiş.

Ayatü’l Kübrâ eserinde bütün mevcudatın lisan-ı hâl ve kal ile diyalog kurması ve bütünleşmesinden anlıyoruz ki, Seyyah sadece kendi nefsi için bu seyahati anlatmamış, Hazreti Ali’nin (ra) iltifatına mazhar olan Âyatü’l-Kübrâ’nın tefekkür deryâsına girmeye bir levha göstermiş, “Bir saat tefekkür bir sene nafile ibadetten daha üstündür.” Tefekkürün önemine değinerek, mü’minlere bir dâvetiye sunmuştur. Zaten, Risale-i Nurlar’ın dört esasından birisi de tefekkürdür.

Hazreti Muhammed’in (asm) İsrâ ve Mi’rac yolculuğu Efendimizin (asm) şahsında insanlığın önüne açılan yükselişin bir ufkudur. Mü’minlerin mi’racı olarak nitelenen namaz ile Rabbinin huzurunda durarak, sadece O’na kulluk etme ve sadece O’ndan yardım isteme, Rabbi ile başbaşa kalmanın mutluluğu ile önemli mesafe kat ediliyor.

Bu kutsî yükselişten şunu çıkarabiliriz, Mi’rac yolculuğu sadece Efendimize (asm) değil, belki bütün insanlığa rahmet olarak yüce Mevlâmız O’nu (asm) yükseltmiştir.

Seyyah’ın tayerân ettiği ve konaklandığı menziller, sahili olmayan dipsiz umman denizi gibi ucu-sonu görünmeyen bir sahra-ı kebir olsa da, bu tefekkür deryasına giren herkes kabı nispetinde suyu taşıyabilir. Vesselâm…

Dipnotlar:

1- Şuâlar, Yedinci Şuâ, Âyatü’l-Kübrâ.

2- Hadid, 57/1.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*