Bebeğin yaratılışında göbek bağının önemi

Yusuf’u, ıssız bir kumistan çölünde kuyunun dibinden, köle pazarına, oradan da Mısır azizliğine, yani saraya sultan yapan Allah’ın rahmetine, kudretine ve hikmetine itimad etmek gerektir.

Züleyha’ya evlâtlık köle olarak saraya gelen Yusuf, kâmil bir delikanlı olunca; Züleyha O’nun güzelliği karşısında büyülenmiş ve büyük bir aşkla bağlanmıştır. O’nu cezbetmek için etrafında pervane olup, cilve yapmaya başlar. Efendisine vefalı olan Yusuf ise; hiç bir zaman O’na hıyanet etmeyeceğini lisan-ı haliyle Züleyha’ya gösterir. Bütün bunlara rağmen Züleyha, Yusuf’a karşı konumunu da bir baskı aracı olarak kullanır ve Yusuf’un üzerine kaç kapı varsa hepsine kilit vurur ve O’nu mahremine davet eder. Ancak Yusuf, bu davetten kaçarken; Züleyha ile beraber, nefes nefese oldukları halde; kapıda efendisi ile yüz yüze gelirler. Adeta suç üstü yapılmış halleri vardır Züleyha ile Yusuf’un. Züleyha kendisini temize çıkarmak için, kendi hissiyatını Yusuf’a aitmiş gibi göstermek ister, O’na iftira eder. Netice itibarıyla bu haber her tarafta duyulur. Ve diğer yandan şehrin ileri gelenlerinin eşleri, Züleyha’nın kölesine tama’ etmesine bir anlam veremiyorlar ve bu duygularla suçlamaya ve dedikoduya başlarlar.

Bunun üzerine Züleyha, bütün o üst düzey kişilerin hanımlarını saraya davet eder ve önlerine meyve tabaklarını koyar ve her birisinin eline de keskin birer biçak verir. Kadınlar meyvelerini bıçakla soyarken; karşılarına Yusuf’u çıkarıverir. Yusuf’un güzelliğini, hayranlıkla seyreden hanımlar büyülenmiş vaziyette, ellerini kesmeye başlarlar. Ve Züleyha, “Murat almak isteyip de karşılık bulamadığım güzel delikanlı işte budur.” diyerek kendisini savunur ve ne kadar haklı olduğunu ifade etmeye çalışır. Yani onlara; “Bakınız! siz de, göz kamaştıran bu gencin cazip güzelliğine karşı, hayranlık duyup şaşırdınız.” demek istemiştir.

Dolayısıyla o kadınlar, narkoz alınmadan, hayranlık duydukları Yusuf’un güzelliği karşısında ellerini doğradıkları halde, acısını hissetmeyecek derecede kendilerinden geçebilmişlerdir.

Bu Yusuf olayını, konumuzla ilgili olmadığı halde, neden öne aldım biliyor musunuz? Her bir bitki, her bir canlı, her bir çiçek, her bir böcek, en az Yusuf kadar güzel, Yusuf’tan öte cazip ve o kadar da san’atlıdırlar.

Ayrıca bizim geleneğimizde; hayranlık duyduğumuz, teaccub ettiğimiz şeyler karşısında “FESUBHANELLÂH” deriz.

Fesubhanellâh; şaşılacak hayranlık duyulacak bir şey karşısında bir ünlem olarak kullanılan bir deyim olup; Allah’ı her türlü noksan sıfatlardan, eksikliklerden tenzih ederim, manasına kullanılır, dile getirilir.

Fesubhanellâh, hem dinî bir terim olarak kullanıldığı gibi, hem de sosyal hayatta garipsenen, şaşkınlık yaratan olaylar karşısında da kullanılır, söylenir. Bazen, Cenab-ı Hakk’ın mahlukatı (yaratıkları) ve eserlerine duyulan hayranlığı ve teacubu karşısında ifade etmek için de söylenir. Evrende cari olan Allah’ın Celâl, Cemâl ve Kemâlâtına delâlet eden sıfatlarının haşmetine ve ortaklardan, kusurlardan, noksaniyetten, merhametsizlikten takdis etmek, yani kutsamak ve tenzih etmek manasına da istimal edilir.

İşte, öteden beri anlatıla geldiğimiz insanın en küçük parçası olan bir hücreden ve diğer her bir organdaki harika düzen, faaliyet ve çalışma sistemleri karşısında parmak ısıracak kadar hayranlık duyup, fesubhanellâh demekten kendimi alamıyorum.

Derin bir nazarla olaylara ve oluşumlara bakar ve düşünürseniz eğer; inanın sizler de, fesubhanellâh demekten kendinizi alamayacaksınız.

Bu arada şunu da ifade etmek zorundayım ki; bu anlatıklarımızı düşünüp idrak edebilmek için, ayrıca bir bilgi, bir donanım, bir idrak kabiliyeti ve yüksek bir ma’rifete sahip olmak gerekir.

Bu mevzu ile lgili âyet’te, Cenab-ı Hak: “Kulları içinde ancak âlimler, Allah’ı hakkıyla tanıyıp, itaat ederler.” buyurmuştur.”(1)

Yine bu hususta Peygamber efendimiz (asm); “Rütbelerin en yükseği, ilim rütbesidir.” Derken, şüphesiz ilim ehli bir şahsiyet, olayları dakik düşünür, muhakeme eder ve değerlendirir, demek istemiştir.

Kâinat kitabındaki sırları çözmeye çalışan 1979 Fizik Nobel ödüllü, bilim insanı Pakistanlı fizikçi Prof. Dr. Abdüsselâm, ilimleri; “Allah’ın kâinattaki eserlerini inceleme san’atı” olarak tarif eder. Şöyle bir tesbiti de vardır: “Kur’an’da 250 âyetin hukûkî konularda olmasına karşılık, 750 âyet ise insanları tabiatı araştırmaya, düşünmeye, aklı en iyi şekilde kullanmaya ve ilmî araştırmalara davet ediyor.” buyurdu. Ve yine bu ilim adamı, devamlı Kur’an okuduğunu ve Kur’an’ın kendisi için bir ilham kaynağı olduğunu belirtir. Ödül töreninde Mülk suresinin 3 ve 4 âyetlerini okur. O âyetlerde Allâh; “O, yedi göğü tabaka tabaka yaratandır. Rahman’ın yaratılışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Bir kere daha bak! Hiç bir çatlak (ve düzensizlik) görüyor musun? Sonra tekrar tekrar bak; bakışların (aradığı çatlak ve düzensizliği bulamayıp) âciz ve bitkin halde sana dönecektir.” buyurmuştur.

Konuşmasına devamla; “Bu aslında bütün fizikçilerin inancıdır. Araştırmalarımızla ne kadar derine inersek, o kadar merak duyarız. Gözümüzdeki parıltı da o derece artar. Kur’an bize Allah’ın evrene koyduğu kuralları ve varlık âlemindeki kanunları üzerinde âkıl yürütmeyi ve düşünmemizi emreder. Lütuf ve ihsanı için naçizane O’na şükrediyorum.”(2) diye ifade etmiştir.

Burada ana konumuz olan plasentaya (göbek kordonuna) dönecek olursak şayet; yine hayranlık duyulacak harika yapıları ve icra edilen mu’cizevî faaliyetleri göreceğiz.

Plasenta, döllenmiş ve rahim duvarına yapışmış yumurta hücresi, daha bir incir çekirdeği kadar büyülükte iken; 7-10 gün içerisinde oluşmaya başlayan olağanüstü bir organdır. Plasenta, bir yüzü rahim iç yüzüne, diğer yüzü de kordon (göbek) bağı aracılığıyla cenine (Embriyo’ye) bağlıdır. Tabir caiz ise; ana rahmine bitişik olan taraf priz ise, kordon bağı fiş mesabesindedir. Bu bağlantıdan sonra, ancak kendisine tevdi edilen görevleri ifa edebilir. Bebeğin büyümesi ve sağlığı için gereken işleri icra eder.

Hamilelik süresince cenin, oksijen, nükleotitler, glikoz gibi her çeşit gıda maddeleri ile bütün vitaminleri ve demir, kalsiyum ve fosfor gibi maden eriyiklerini ve kendisine ne lazımsa hepsini bu kordon bağı kanalıyla annesinden alır. İlgili, bazı uzmanlar Cenine, annesinden beslenen bir asalak nazarıyla bakmışlardır. Plasenta, hamileliğin sağlıklı yürümesi ve bazı fizyolojik gelişme ve değişiklikleri için lazım olan hormonları da üretir.

Bu plasenta konusunu inceleyince karıncaları hatırlarım. Her biriniz mutlaka karınca yuvalarını görmüşsünüzdür. Karınca yuvalarından çevreye doğru uzanan yolları vardır. Bu yollar küçücük patika şeklinde ve gidiş gelişli çift yönlü yollardır. Yuvaya doğru yol alıp gidenler erzak yüklü iken; çıkanlar ise, yuvaya yüklerini indirenlerdir ve ayrıca bunlar, yuvada biriken artık çöpleri de dışarı taşırlar. Plasentanın içine giren ve çıkan olmak üzere iki damar vardır. Bu kordon bağından Cenine giden damarlar, bebeğe yukarıda değindiğimiz gibi, başta can suyu oksijen ve lüzumlu her türlü unsuru, elementleri taşırlar. Diğer damardan da bebekten üreyi (idrarı) ve kazuratı ve diğer artıkları annenin kanına taşırlar ki, o vesile ile dışarı atılsın.

Burada akılların idrak edemeyeceği kadar hikmetli faaliyetler görüyoruz. Annenin kanında bulunan alyuvarlar elementleri cenin şeklindeki bebeğe taşırlar, dedik. Her bir organa gelişmeleri ve beslenmeleri için belli ölçülerle, milimetrik hesaplarla elementler lâzımdır. Örneğin göze fosfor, kemiklere kalsiyum ve diğer her organa gerekli olan maddeler ne fazlası ve ne de eksiği olmaksızın, lâzım gelen mıli gramlar çerçevesinde verilir. Bu hassas ölçüleri ayarlayan mekanizma nedir? O ince mizanla nasıl tartılırlar? bilinmez. An itibariyle bilim, hala bunu izah edememiş, çözmekte de hep aciz kalmıştır.

Örneğin iyot’u ele alacak olursak; iyot %90’ı gıdalardan, %10’u ise içme sularından sağlanır. Sağlıklı erişkin bir insanda %70-80 tiroit bezinde depolanmış olarak, 15-20 mg* ölçüsünde bulunur. Günlük olarak, artık miligramlar fazla geldiğinden mikro gramlar ile vücûd ihtiyacı karşılanmaya başlar. Bu iyot ihtiyacı çocuklarda 9-120 mikro gram, yetişkinlerde 150 mikro gram, hamile veya emziren kadınlarda ise yaklaşık 250 mikro gram olarak alınmalı ki, vücud dengesi bozulmasın.

İyot eksikliği guatr ve hipotiroidi gibi sağlık sorunlarına neden olabilir. Basit bir element olan iyot eksikliği halınde; insanda kilo alma, saç dökülmesi, halsizlik, devamlı uyku hali, dikkat dağınıklığı, tırnak kırılmaları, terlenmede azalma, ciltte kuruluk, üşüme, iştah azalması, eklemlerde ağrı, kas krampları, guatr, tansiyonlarda bozulma, çocuklarda boy kısalığı ve zekâ geriliği, kolestrolda yükselme, kısırlık ve bunlara benzer daha bir çok rahatsızlıklara neden olabilmektedir.

Bu rahatsızlıkları neden uzun uzadıya dile getirdim? Lütfen dikkat edelim ve derin derin düşünelim! Yerde ve havada olmak üzere yaklaşık 115 element (unsur) vardır. Bunlardan en az seviyede miligram ve mikro gram çerçevesinde bulunması gereken bir iyot unsurunun olmaması değil; gerekli olan mikro gramında azalma olması halinde, meydana gelen hastalıkları, rahatsızlıkları bilimsel verilerle gördünüz. Peki, ya her şey yaratılsaydı da; vücutta bulunması zorunlu olan bir tek iyot var edilmeseydi, canlıların yok olması veya var olmalarının hiç bir anlamı kalır mıydı?.. Demek ki, âyetlerde belirtilen: “Evrene bakınız! bir eksiklik bir çatlaklık görebilecek misiniz?” ilâhî uyarı, yerli yerindedir anlamamız ve her şey için, Fesubhanellâh dememiz gerekmez mi?

“Bir saat tefekkür, bir sene (nafile) ibadetten daha hayırlıdır.” Hz. Muhammed (asm)

Dipnotlar

(1) Fatır 35/28
(2) https//www.fikriyat.com.
*1gram: 1000 mg’a eşittir. Mikrogram: 1 gramın milyonda birine denktir.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*