Bir kayıp hatırası

Peygamber Efendimizin (asm) Ravza’sındaki misafirliğimiz sona ermişti. Milyonlarca insanların temiz, nezih ve mukaddes hatırlarını süsleyen Mekke’ye, Kâbe’ye doğru yolculuğumuz başladı. Yolumuzun sağında ve solunda haşmetli dağların, kayalıkların haricinde bitki, ağaç ve yeşillik namına hiçbir şey görünmüyordu.

Onca mahrumiyet, yokluklar, sıkıntılar ve çöl sıcaklarını düşününce insan, Efendimizin (asm) İslâm dinini insanlık âlemine tebliğ ederken zorluklar ve güçlükler karşısında gösterdiği sabrı, tahammülü ve metaneti tahayyül ediyoruz. Ona olan bağlılığımız hayranlığımız ve muhabbetimiz bir kat daha artıyor.

Kâbe’yi ilk defa görmek için Harem-i Şerife başımızı önümüze eğmiş vaziyette girdik. Beytullah’a bakmadan önce hocamız, duâ etmemizi, bu yapılan duânın Allah katında makbul olduğunu söyledi. Duâlarımıza: “Allah’ım Kâbe’de yaptığım ibadet ve duâlarımızı kabul et” diye eklememizi tavsiye etti. Kalp çırpıntısı, gözyaşı ve heyecan ile başımızı kaldırıp baktığımızda maddî ve manevî bütün heybetiyle Kâbe karşımızda duruyor, etrafında Allah’ı zikrederek tavaf eden, vecd ile dönen insanları görüyoruz. Birden kendimizi o insan selinin içerisinde bulduk ve Nur yüzlü insanların sevgiyle, ihlâsla yaptıkları ibadet halkasına dâhil olduk. Bir kardeşimiz de tavaf esnasında gözlerimizi Kâbe’ye çevirmenin faziletini hatırlattı.

Cenâb-ı Hakkın mukaddes mekânında, onun misafiri olmanın şuuru ile umre ziyaretinde Peygamber Efendimiz (asm) gibi yaşamak, ona tabi olmak, onun sünnetini yerine getirmek düşüncesi ile her adımda onun sevgisi ile yolundan gitmek niyeti ve gayreti içerisindeydik.

Peygamber Efendimizin (asm) sıcaklarda tuttuğu oruçları düşünerek Temmuz sıcağında oruca niyetlenmek için, çantamızı koyduğumuz az miktar yiyecekle geceyi Kâbe’de geçirmeye karar verdik. Gecenin ilerleyen saatinde hiç aklıma gelmeyen ve hesapta olmayan bir durumla karşılaştım! İçinde paralarımın, nüfus cüzdanımın ve cep telefonumun kartlarının bulunduğu cüzdanımı kaybetmiştim. İnsan olarak kısa süre bir tedirginlik telâş, korku ve üzüntü yaşadıktan sonra, orada da imtihanın devam ettiğini hatırlayarak “bunda da bir hayır ve hikmet vardır” diyerek toparlandım. Cenâb-ı Allah’ın evinde, onun huzurunda misafiri olarak bulunuyordum. Böyle bir durumda O’na telsim olmanın, O’na tevekkül etmenin en doğru yol olduğuna nefsimi ikna ettim.

Belki de vermediğimiz zekâtların, yapmadığımız hayırların ya da kazancımıza karışan haramların çıkıp gittiğini düşündüm. Artık olan olmuştu. Üzüntümle bir maddî kaybı binler manevî, uhrevî kârlara ve kazançlara çevirmek için bana verilmiş bir fırsat olarak değerlendirmem gerekiyordu. Gündüz tutacağım oruç için sahurda bir şeyler atıştırıp bütün acizliğimi, fakirliğimi, çaresizliğimi ve yaşadığım musîbeti vesile ederek O’nun kapısına yöneldim, Kâbe’de tavafa başladım.

Bir musîbete uğramıştım ve mağdur bir insan olarak bulunuyordum. O gece Kâbe’yi tavaf ederken içinde bulunduğum durumdan hiç şikâyet etmeden, rıza ve teslimiyet göstererek Cenâb-ı Hakka el açıp, O’na yalvardım: “Ey Allah’ım şu anda Senin huzurundayım ve Senin evinde misafirinim. Senin rızan için oruç tutmaya niyet ettim. Biliyorum aciz, fakir ve günahkâr bir insanım. Biliyorum ki sen musîbete uğramış, mağdur ve mazlûmların duâsını kabul eder, günahlarını affedersin, çünkü sen affedicisin, affı seversin. İsmi Azam, Esma-i Hüsna, Peygamberimiz (asm) Kur’ân-ı Kerim… hürmetine… Benim ve bütün Müslümanların ve Nur Talebelerinin, dostların, kardeşlerin günahlarını, kusuratlarını, kebairatlarını affediver, mağfiret ediver. Senin rahmetin, rahimiyetin, keremin, ihsanın, lütfun, şefaatin, şefkatin, merhametin ve mağfiretin boldur. Sana el açanları boş çevirme.”

Bu mahiyetteki duâlara, istiğfarlara, yalvarmalara gözyaşlarımı ve yüreğimdeki pişmanlıklarımı da katarak O’ndan istemeye devam ettim. “Allah’ım bizi bu zamanın cazibedar fitnesinden, şerrinden, belâlarından, maddî ve manevî musîbetlerinden, kötü insanların, şeytan, nefis, deccal şerrinden, zalimlerin zulmünden, günahlardan, kusurattan, kebairattan muhafaza eyle. Günahlarımızı affet. Bizi Kendine kul, Habib’ine ümmet, Üstada talebe olma şerefine nail eyle. Hizmet-i Kur’ân ve imaniyede son nefesimize kadar istihdam et. Kabre imanla ve günahsız olarak girmemizi nasip eyle. Bütün Müslümanları, ehl-i imanı, Nur Talebelerini Risâle-i Nurlarla zalimlere, kâfirlere, zındıklara, dinsizlere ve deccaliyete karşı galip eyle. Dünya Müslümanlarının kalplerini birleştir. Bizlere dünya ve ahiret saadeti, mutluluğu, bereketi ver. Diplere yatırıp kapılara baktırma, bizleri muhanete muhtaç etme. Ne verirsen kendi kapından, kendi hazinenden, kendi rahmetinden ve bereketinden ver…”

O gece ve ertesi gün duâlarımıza, ibadetlerimize devam ederken Sevgili Efendimizin (asm) Temmuz sıcağında tuttuğu orucu fiilen tefekkür ediyordum. Bu sebeple iftarımı da bir parça kuru ekmek ve zemzemle açmak istiyordum. Ancak istediğim ve planladığım gibi kuru ekmekle iftar etmek nasip olmadı. Çok sevdiğim ve samimî olduğum bir iş adamı arkadaşımın dâveti üzerine cemaat olarak düzenledikleri akşam yemeğine misafir edildik. Soframız o kadar bereketliydi ki sadece kuşun sütü eksikti. Yemekler yendi, Risâle-i Nurdan dersler yapıldı, Peygamberimizden (asm) hatıralar anlatıldı.

O mukaddes beldelere, Mekke’ye veda edinceye kadar Cenâb-ı Allahın misafiri olduğumuzu unutmadan, O’nun verdiği rahmet, bereket ve nimetlere binlerce hamdler, şükürler, tesbih ve tazimler ederek ibadetlere, duâlara ve istiğfara devam ettik.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*