YANLIŞTA ISRAR ARTIK YETER
1- BİN SENELİK ALFABE NİÇİN DEĞİŞTİRİLDİ?
Alfabenin değiştirilmesi fikri, ilk olarak 19. Asırda bir Ermeni vatandaşı tarafından ileri sürülmüş, o zamanki aydınlar tarafından şiddetle tepki görmüştür! Bilhassa, rahmetli Namık Kemal (1840–1888) şiddetle karşı çıkarak şöyle haykırmıştır: “Bir milleti mahvetmek için, onun alfabesini değiştirmek kâfidir!”
Kur’ân alfabesiyle 12 çeşit yazı geliştiren ecdadımız, bin seneden beri dünya ilim-kültür sahasında büyük bir yer kaplamıştır. Göz kamaştıran bu haşmetiyle insanlığa, medeniyete ışık tutmuş ve mühim katkılarda bulunmuştur. Bu sahada hâlâ yaşayan ve bütün dünyaya yayılmış bulunan binlerce eser vermişlerdir. Peki, böyle muazzam bir varlık gösteren ve bin yıldan fazla bir zamandan beri kullanılan bir alfabenin, bir anda değiştirilmesini mecburî kılan sebep veya maslahat ne idi? Dolayısıyla onun dayandığı büyük bir medeniyet kültürünün terk edilmesi hangi düşünce ve mantığa dayanmaktaydı? Alfabenin değişmesiyle milyonlarca insanımız, hatta ordinaryüs profesör seviyesindeki bir çok âlimlerimiz, bir anda okuma yazma bilmeyen ümmi durumuna düşmüşlerdir! Bu durum nasıl izah edilebilir? Böyle bir gayretkeşliğin dünyada –başka toplumlarda- bir benzeri var mı? Bu sebepledir ki, yaklaşık doksan sene öncesine kadar okuma seviyesi bakımından önde gelen ülkeler arasında olan ülkemiz, günümüz Türkiye’sinde –maalesef- en gerilerde seyretmektedir! Bütün bu menfi gelişmeler sonunda husûle gelen muazzam boşluklar doldurulabildi mi, büyük zararları giderilebildi mi?
2- DİLDE YAPILAN DEĞİŞİKLİK FACİASI!
Sadeleştirme ve özleştirme sloganıyla, dilimizde de pek çok değişiklik –daha doğrusu tahribat- yapıldı! Bu bir faciadır! Bu da “Türk Dil Kurumu” adıyla kurulan bir müessese aracılığıyla oldu. Bu müessesenin başına tayin edilen “Agop Dilaçar” isimli bir Ermeni vatandaşın çalışmalarıyla dilimize bir çok uydurukça kelimeler girdi. Bu uyduruk kelimeler halk tarafından tuhaf karşılandığı için yadırgandı, hatta alay bile edildi! Fakat bu tahribat hâlâ ısrarla devam etmektedir!
İş bununla kalmadı. Bin seneden beri gelişmiş ve zenginleşmiş, İlim dili haline gelmiş olan Osmanlıca (Hazar Havzası ve Ortadoğu Türk toplumları’nın ortak dili) tarumar edilmiştir! Öyle ki, 40 bin kelimeye ulaşan “Osmanlı Literatürü”, bu gün –uyduruk kelimelerle birlikte- 5 bin kelimeye kadar düşürülmüştür!
Peki, bütün bu çalışma ve çabalar hangi ihtiyaçtan doğmuştur? Hangi gayeye matuf idi ve kimlerin işine yaramıştır? Bu güne kadar bu konuda yapılagelen –hâlâ devam eden- tahribatlar nasıl tamir edilecek? Buna rağmen Osmanlı ve Osmanlıca silinebildi mi? Şu hususun iyi bilinmesi gerekir ki; Osmanlı da, Osmanlıca da asla silinemeyecektir! Bütün bu menfi gelişmeler devam ederken, bu ve benzeri sorgulamalar devam edecektir!..
3) DERS KONULARINI İLMÎ MUHTEVAYA KAVUŞTURMAK
Bilhassa Tarih, hele de İnkılâp Tarihi, siyaset odaklı yalan-yanlış ve çarpıtılmış bilgilerle doludur. Birçok mühim konu da örtbas edilmiştir! Bütün bunlar tek adam görüşü ve resmî ideolojiye göre tanzim edilmiştir!
Tarih: Geçmiş zamanlarda siyasî, sosyal, kültürel, ekonomik ve medeniyet sahalarında gelişen hadiseleri yer ve zaman belirterek anlatan ilimdir. Geçmişin hadiselerini olduğu gibi tarafsız ve objektif açıdan ele alıp incelemesi, Tarih ilminin hususiyetidir. Gerçek tarih kültürüne sahip toplumlar, geçmişten aldığı ilhamla, gelecek hakkında isabetli görüşe sahip olurlar. Aksi taktirde, gelişen iç ve dış hadiseler karşısında –günümüz Türkiye’sinde olduğu gibi- bocalayıp dururlar!
İnkılâp Tarihi Dersi: Tamamen siyasî ağırlıklı, resmî İdeolojinin bir dayatmasıdır. Bazı hadiseler çarpıtılıyor, bazı mühim hadiseler de örtbas ediliyor!
Meselâ, Birinci Dünya Harbi’nin sonunda düşmanlar tarafından işgal edilen Yurdumuzun bu işgallerden kurtulması için başlayan “İstiklâl Savaşı” (1919– 1922), son Osmanlı Padişahı rahmetli ‘Sultan Vahdeddin” tarafından plânlanmıştır. Adı geçen sultan, ülke ileri gelenleriyle günlerce sarayında istişare toplantıları yaparak, Ülkenin kurtuluşu için bir çok çare arayışı içinde olmuştur. Bu toplantıların birinde “Ben milletimin ateşi, külü üzerinde oturdum. Hiçbir zaman saltanat minderlerine gömülmedim. Gece gündüz gözüme uyku girmiyor. Yerime geçecek bir halefim olsa, vallahi billahi gözümü kırpmadan Tahtımı ona teslim ederim. Zira, saltanat koltuğu ile kabir arasında ne kadar mesafe olduğunu bilirim! Yeter ki, ülkemiz içine düştüğü bu belâdan kurtulsun!” şeklinde hissiyatını samimî bir şekilde ifade etmiştir.¹
Şefkatli ve vatanperver Sultan Vahdeddin, sarayında günlerce yapılan görüşmelerin sonunda, kendi bütçesinden 30 veya 40 bin altın lira vererek, 3. Ordu Müfettişi göreviyle M. Kemali bir gurup kurmayla, İstanbul’un Karaköy limanından 16 Mayıs 1919 günü, dayalı döşeli bir gemiyle (Kırık gemi masalı tamamen uydurmadır!) kendisi bizzat Anadolu’ya uğurlamıştır. Ayrıca, İslâm Halifesi sıfatıyla da el altından bir tamim neşrederek, Allah (cc), Din, Namus ve Vatan için Müslümanları Cihada dâvet etmiştir! Bu gerçeklerden hiç bahsedilmez!
Yine, TBMM’nin açılışı (1920) sırasında Delibaş adında birinin Konya’da, Anzavur Ahmet adında birinin Adapazarı’nda çıkardıkları isyanlar teferruatıyla anlatılır. Fakaat; Birinci Dünya Harbinde, binlerce talebesiyle Kafkas Cephesi’nde gönüllü alay komutanı olarak, büyük kahramanlıklar gösteren, ayrıca, bu güne kadar Vatana, Millete ve bütün insanlığa destanvari hizmetler sunan, Zamanımızın en büyük âlimi Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri (ra), –birilerinin hatırı için- unutturulmak istenilmektedir! Üstelik yazdığı 6000 sayfalık ve -hemen hemen bütün dünya dillerine çevrilen- eşsiz Kur’ân Tefsiri “Risale-i Nur” ile bütün insanlığa hâlâ büyük bir hizmet vermektedir. Bu muhterem insana senelerce akıl almaz bir şekilde büyük zulüm ve işkenceler yapılmıştır! Seksen üç senelik hayatının sonuna kadar sürgünde, hücre hapsinde çeşitli sıkıntılara uğratılmış, 27 defa yüksek dozajlı zehir verilerek öldürülmek istenmiştir!
Sadece Ülkemizin değil, bütün insanlığın medarı iftiharı olan bu muhterem insanın, destanlarla dolu hayatından, Tarih kitaplarında tek kelime bile yoktur! Bu ise büyük bir kültür noksanlığı, açıkçası, büyük bir cehalettir! Ders bu mudur? Eğitim bu mudur? Bu düşünce hangi gayeye hizmet etmektedir?
4) EĞİTİMİ MİLİTARİZM’İN KISKACINDAN KURTARMAK:
Ne yazık ki, halihazırda bizde tatbik edilen “Eğitim Sistemi” hâlâ hür düşünce ve vicdanları hapseden “Militarist” bir cendere içindedir. İlköğretimden – üniversiteye kadar bütün eğitim müesseselerinde (özel müesseseler de dahil) militarist görüntüler ve uygulamalar hakim! Meselâ, okulların bütün kısımlarında (idare odalarında, sınıflarda, atölye ve laboratuvarda) Atatürk portresiyle Gençliğe Hitabe parçasının bulundurulması. Ayrıca, bütün ders kitaplarının başında (Hz. Peygamberin (asm) tarihçe-i hayatı konu edilen (Siyer-i Nebi Ders Kitabı da dahil) Atatürk portresi ve Gençliğe Hitabe parçasının bulunması. Yine, İlköğretimden üniversiteye kadar bütün eğitim kademelerinde “İnkılâp Tarihi ve Atatürkçülük” diye bir dersin mecburî olarak okutulması gerçek eğitim ruhuyla bağdaşmaz!
Bu sistem, sabıkalıdır! Çünkü;
Siyasî alanda; halkın seçtiği hükümete itaat etmeyen kahraman (!) darbecileri, Ergenekoncuları, Balyozcuları, iç ve dış düşmanlarla iş birlikçileri yetiştirmiştir! Ekonomi alanında; hayali ihracatçıları, Devlet hazinesi ve banka soyguncusu, faizci, sahtekâr ve üç kâğıtçıları yetiştirmiştir!
Sosyal alanda; bölücülüğü aşılayarak birbirine düşman gruplar (PKK; Hizbullah, Mafyacı ve sair gibi grupları) yetiştirmiştir!
Dinden, ahlâk ve mâneviyattan uzak bu militarist eğitim sisteminden ne bekleyebiliriz?
LAİK EĞİTİM SİSTEMİ
Bilindiği gibi eğitim, insanın düşünce hal ve hareketlerinde, önceden tesbit edilmiş gayeler doğrultusunda bir takım değişiklikler meydana getiren ve belirli sahalarda maharet (beceri) kazandıran bir faaliyettir. Bu faaliyet ise, insanın bütün olarak maddî ve manevî yapısıyla ilgilidir. İnsanın sadece maddî yönüyle ilgilenen eğitim, tam manasıyla bir eğitim olamaz. Çünkü insan, yalnız etten, kemikten, kandan ibaret bir yaratık değildir. Aynı zamanda ruh, kalp, akıl, hayal, sevgi, nefret, acıma ve sair bir çok manevî duygulardan meydana gelen küllî bir yapısı vardır. İnsanın bu manevî yapısını ihmal etmek, gerçek bir eğitimin işi olamaz!
Her milletin veya toplumun dinî, kültürel, etnik, tarihi tekâmülü ve sair medeni yapısına göre fıtrî olarak gelişmiş bir eğitim sistemi vardır. Bu ise, tepeden inme, zoraki devlet baskısıyla olan bir gelişme değildir. Gerçek bir eğitim sistemi, toplumun bütün maddî ve manevî değerlerini ihtiva eder. Baskıyla, zoraki uydurma sistemler icat etmek, uzun zaman kalıcı olamaz! Hem böyle bir teşebbüs, dolayısıyla toplumu katletmek demektir!
Dinden, maneviyattan uzak olan sistemlerde eğitim (şu anda bizde tatbik edildiği gibi) insanın sadece maddî yapısıyla ilgilenir. Yani, insanın manevî yapısını hesaba katmaz. Onun içindir ki, birçok bozuk şahsiyetler, diplomalı cahiller, kalitesiz ve robot insan örnekleri ile ahlâk dışı hadiseler, terör, anarşi ve sair hep bu tip eğitimin mahsulüdür.
Bizde doksan seneden beri tepeden inme zoraki tatbik edilen eğitim sistemi, bütün manevî değerlerimize sırt çevirmiştir. Dinsizlik olarak yorumlanan “Laiklik” adı altında “Materyalist” (dinsiz) düşünceye dayandırılmıştır. Aslında laiklik, dinsizlik demek değildir. Aksine, din ve vicdan hürriyetini teminat altına alır!1 Laiklik, diğer taraftan devlet idaresiyle ilgili bir kavramdır. Dolayısıyla laik eğitim ifadesi manasız bir ifadedir! Onun içindir ki, halkımız tarafından asla benimsenmemiştir.
Esasen binbir yamalı bohça haline gelen ve her geçen gün ülkeye kan kaybettiren bu sistemin faydasından daha çok zararları görülmüştür.
Bin senelik kültür ve eğitim sistemini terk edip, nevzuhur yeniden çarpık sistemlerin geliştirilmesi hangi ihtiyaçtan doğmuştur ve netice itibarıyla faydalı olabilmiş midir?
Bu çarpık sistemin zararları daha önceden hesaplanamadı mı, yoksa işin içinde başka hesaplar mı vardı?
Her geçen gün ülkeyi gerileten bu sistemden daha ne bekleyebiliriz?
Herkesin şikâyetçi olduğu bu sistemi, öz değerlere sahip çıkarak bir an önce ıslâh çalışmaları gerekmiyor mu? Daha ne bekliyoruz?
NEDEN KARMA EĞİTİMDE ISRAR EDİLİYOR?
Bu güne kadar dünyanın çeşitli yerlerinde, bilhassa kalkınmış ülkelerde uzmanlarca yapılan araştırmalarda “Karma Eğitim”in birçok yönden zararlı olduğu tesbit edilmiştir. Hususuyla millî bünyemize hiç uymayan bu korkunç manzara, en başta ahlâk erozyonu dolayısıyla şahsiyet bozukluklarına yol açtığı, eğitim ve öğretimin kalitesini düşürdüğü, zararlı alışkanlıklar, intihar ve cinayetlere kadar varan birçok bunalıma sebep olduğu çokça müşahede edilmektedir!
Diğer taraftan birçok talebenin dersten daha çok başka şeylerle meşgul olmasına, kız ve erkek öğrencilerin birbirleriyle özel arkadaşlık bağı kurmalarına yol açmaktadır. Bu meşrû olmayan gayriahlâkî vaziyet görmezlikten gelinerek normal bir şeymiş gibi yutturulmuştur! Hatta, bu anormalliğin ilkokul seviyesine kadar inmesine seyirci kalınması, toplumumuzu hızlı bir çöküşe doğru sürüklüyor! Diğer taraftan, cep telefonu ve internet kullanımının yaygınlaşması, ailelerin çocuklarını kontrol etmesini hayli zorlaştırmış, hatta imkânsız hale getirmiştir.
Evet, iki ayrı –namahrem- cinsin devamlı olarak bir arada bulunması, en başta ahlâkın bozulmasına sebep olmaktadır. Ayrıca, erkek tipinde kız ve kız tipinde erkek karakterler ile bozguncu, saldırgan, kavgacı, aşırı çekingen, aşağılık kompleksine kapılmış ve sair gibi şahsiyet bozukluklarının ortaya çıkmasına sebep olmaktadır.
KARMA EĞİTİMDEN DAHA NE BEKLENİYOR?
Toplum olarak inanç, ahlâk, örf ve adetlerimize, kısacası millî bünyemize uymayan “Karma Eğitim”, bütün bu temel değerlerimize yabanî düşman bir zihniyetin eğitim yutturmacası altında, devlet eliyle gerçekleştirdiği bir plandır! Bu malûm zihniyet, din, ahlâk, maneviyat, fazilet gibi insanî değerlerden uzak olan zihniyettir. Başörtüsü yasağı da bu despot zihniyetin mahsulüdür. Yoksa, “Karma Eğitim” denilen rezalet, halkımız tarafından asla tercih ve tasvip edilmiş değildir. Bundan başka, ilmi otoriteler tarafından araştırılıp, çeşitli denemelerden sonra tatbik edilmiş de değildir. Bunun içindir ki öteden beri birçok vatandaşımız haklı olarak kızlarını okula göndermek istemiyor. Ama mecburi eğitimin bir emrivakiyle 12 yıla çıkarılması, halkın iradesine set çekmiştir! Bu ise Demokrasiyle asla bağdaşmaz! Dayatmacı zihniyet, halkın iman ve değer yargılarını daima yadırgamış, onu suçlu görmüştür! Asıl suçlu ise bu zihniyetin ta kendisidir! Çünkü uzun yıllar halkla ters düşmüş, halkıyla kavgalı bir devlet düzeni sergilemiştir!
Önceleri erkek ve kız okulları bina olarak tamamen ayrı idi.1 Daha sonra kız ve erkek talebeler aynı binada, fakat ayrı ayrı sınıflarda ders görmeye başladılar. Derken sınıflar da birleştirildi, fakat kız talebelerle erkek talebeler ayrı gruplar şeklinde idi. En nihayet, bazı aydın geçinen öğretmenlerin (!) de gayretiyle kız ve erkek öğrenciler yan yana oturmaya başladılar. Bu gelişmeler tasvip gördüğü için, halk tarafından yer yer gösterilen tepkiler cılız kalıyordu.
Neticede ahlâk ve maneviyatta hızlı bir çöküş yaşandı! Bu gelişmeler devam ederken, okullarda şiddet olayları, cinayetler, zararlı alışkanlıklar, çeşitli bunalımlar ve düşük olaylarında gittikçe korkunç artışlar oldu.
Peki bu gelişmelere neden seyirci kalındı? Kimlerin işine yarıyordu? Daha ne kadar bu gelişmelere vurdumduymazlıkla seyirci kalınacak. Yoksa Lozan Antlaşmasının (24 Temmuz 1923) gizli maddelerinden biri de bu muydu?2
Hızlı bir şekilde uçuruma yuvarlanan toplumu, bu felâketten kurtarmanın yegâne çaresi, devlet ve halkın samimî işbirliğiyle ahlâk, maneviyat ve kendi öz değerlerimiz baz alınarak eğitimi şekillendirmektir.
ISMARLAMA EĞİTİM SİSTEMİ
Öyle bir sistem ki, 93 seneden beri hâlâ yerleşememiştir! Çünkü esaslı bir temeli yok! Hususuyla, başta halk olarak bir çok salâhiyetli ve mütehassıs (uzman) şahıslar tarafından bu güne kadar ısrarla hep tenkit edilegelmiştir. Hepsi de “köklü değişiklik yapılması” görüşünde birleşiyor. Peki, niçin köklü değişiklik yapılmıyor? Buna engel ne?
Evet, 1924’te çıkarılan “Tevhid-i Tedrisat” (Eğitim ve Öğretimin Birleştirilmesi) kanunuyla temelleri atılan bu sistem, bu güne kadar belki dokuz bin kere eklemeler, düzeltmeler, değişiklikler geçirdi. Çok defa yabancı ülkelerden bilhassa Batı’dan modeller alındı, yine de sadra şifa olmadı! Çünkü bu sistemin temeli din ve ahlâk dışı felsefeye yani materyalizme dayandırılmıştır! Halbuki, bin seneden beri İslâm âleminin bayraktarlığını yapmış bir ecdadın torunları böyle bir sistemi hazmedemez. Baştan beri yapılagelen bu icraatlar hep tavandan, benimseterek değil, dayatmayla yapılmıştır. Onun için de tutmamıştır, asla tutmayacaktır. Çünkü kan uyuşmazlığı var!
DARBELERLE KORUNAN SİSTEM
Darbe sıtmasına tutulan ülkemizde her geçen darbe döneminde ülke büyük ölçüde zarara uğratılmıştır. Darbecilerin ilk işi devlet terörü estirerek dağa taşa korku sindirmekle beraber eğitime el atmak olmuştur. Bunda da gayeleri, halka rağmen din karşıtı militarist resmî ideolojiyi yeni kuşaklara enjekte etmektir. Bu yüzden eğitim sistemimiz hâlâ felçlidir!
Meselâ 27 Mayıs 1960 darbesini yapanlar, ilk iş olarak okullarda okutulmakta olan “Cumhuriyet Tarihi” ve “Yurttaşlık Bilgisi” kitaplarındaki konuları, kendi görüşlerine göre değiştirmek olmuştur!
12 Mart 1971 darbesinden sonra da yozlaşma devam etmiş ve eğitim giderek ciddiyetini kaybetmiştir. Dolayısıyla üniversitelerden başlayıp, liselere kadar okullara anarşi (kargaşa) ve şiddet olayları girmiştir. Talebeler arasında sağ–sol diye bölücü gruplar ortaya çıkarak ideolojik kavgalar ve büyük çapta şiddet olayları baş göstermiştir. Bu kavgalar giderek o kadar büyüdü ki, çok sayıda ölümlere yol açmıştır!
1974’te “Genel Af” ilân edildi ve anarşi suçundan yatan binlerce siyasî suçlu serbest bırakıldı. Bunların da pek çoğu öğretmen olarak çeşitli okullara tayin edildi. Ayrıca, “Hızlandırılmış Eğitim” ile 4–5 haftada öğretmen yetiştirilmeye çalışıldı! Anarşi ve şiddet hadiseleri zirveye ulaştı! Bu hadiselerde 12 Eylül 1980’e kadar beş binden fazla genç vatandaşımız öldürülmüştür!
Nihayet 12 Eylül 1980’de vatan kurtaran darbeciler (!) -ABD’nin kışkırtmasıyla- idareye el koydular. Kavga ve şiddet olayları bitti. 11 Eylül 1980’e kadar ülkede oluk oluk akan kan, 12 Eylül’de birden durdu! Halkımız adeta bayram sevinci yaşadı. Fakat ne bilsin ki daha büyük bir belâyla karşılaşmıştı!
Bu dönemde okullardaki militarist görüntüler daha da arttırıldı. “Andımız” isimli hoyrat parçaya ilâveler yapılarak daha yukarı sınıflara da topluca söylettirildi. “TC İnkılâp Tarihi ve Atatürkçülük” adıyla, ilköğretimden üniversiteye kadar mecburî bir ders koydular. Hâlâ okutulan bu ders, çok tenkit edilmekte ve ekseriyetle kaldırılması istenmektedir. Karma eğitim rezaleti giderek artış göstermiştir!
Derken, 28 Şubat 1997 “Postmodern Darbe”siyle de ilköğretimi 5+3 olarak mecburî 8 yıla çıkardılar. 14 yaşın bitimine kadar da Kur’ân öğrenme yasağı getirildi. Başörtüsü yasağı bütün şiddetiyle devam etti!
Bütün bu darbe dönemlerinin ortak hususiyetleri, başta din olmak üzere, bir çok insan ve vatandaşlık haklarının kısıtlanmasıdır! Bilhassa, gerici damgasıyla dindarlar üzerinde uzun yıllar devlet terörü estirilmiştir!
Netice olarak, bugün hâlâ devam eden, ülkenin başbelâsı teröristleri, Balyozcuları, Ergenekoncuları yetiştiren bu sisteme “Dur” diyen olmayacak mı? Daha ne zamana kadar seyirci kalınacak?
Naci Tepir
Dipnot:
1- Ali Fuat Türkgeldi, “Görüp işittiklerim, Ankara – 1949.
Benzer konuda makaleler:
- Medrese, tekke ve zaviyeler neden kapandı?
- Eğitim Bakanlığı ve manevî mesuliyet
- Karma eğitim bilmecesi
- Onları yükselten sır, bizi de yükseltir
- Çocuklar, “eğlenceli” Kur´ân kurslarını sevdi
- Eğitim hiç değişmemiş
- Maneviyat da ilme ve teknolojiye paralel yenilenmelidir
- Terbiye veya eğitim anlayışı
- Kötülüklerden korunmak için
- Ferdin devlet kurma vazifesi var mı?
“Asrın müellifi Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin telif ettiği Risale-i Nur’ların medyadaki katıksız dili olmaya özen gösteren Yeni Asya, sağduyulu çizgisinden ödün vermeden ‘doğrunun yanında haklının sesi’ olarak milletimizin gönlünde taht kurmuş bir misyon gazetesidir.”
İlk yorum yapan olun