Dâvâ uğruna

Başı dumanlı dağlardaki sebat, cesamet, vakarlı ve haşmetli duruş zor zamanlarda her şeyden feragat etmiş, anadan, yardan, serden geçmiş yiğitlerin seciyeleridir.
Bir adsız kahramanın hatıraları, fani ömür defterinin sayfalarında nurun şeref levhası olarak yer alacak olan ayrılık vakti gelip çatmıştı. Herkesin korkup çekindiği, saklandığı güç bir zamanda O’na kelepçeler takılırken, köyde veda edecek kimse kalmamıştı ortalıkta, Karabaş köpekten başka…

Köyün sessiz evlerine, tenha sokaklarına, yüce dağlarına bakındı, çapa tarlasındaki eşi ve annesi düştü aklına!.. İçinden “Hakkınızı helal edin!”Diye mırıldandı. Jandarmanın dayatmacı, baskın ve sorgulayıcı “Bir şey mi var?” Sözüne yok, dedi sadece.

Her tarafta baharın bütün güzellikleri, renkli ihtişamı bir deste gül gibi önündeydi. Ancak O, yüreğinde hazan vakti vardı. Ayrılık işte!… Yakıcı ince, acı bir sızıyla hüzünleniyordu. Toparlandı! Bir ulvi dava uğruna… Geçer bunlar, Allah baki, her şey kader ile takdir edilmiştir, diye teselli bulmaya, “Hasbün Allah…” İle tevekkül etmeye başladı.

Köyünden Denizli hapsine varıncaya kadar yarım kalan işler, yaşlı babası, kimsesizlik, fakirlik, yüreğindeki hizmet aşkı ve içinde korlanan ayrılığın acısı.. Sükûnet içinde görünse de kalbinde gök gürültüsü gibi fırtınalar kopuyor, med-cezirler seradan süreyyaya gidip geliyordu.

Hapiste iman, Kur’ân dâvâsına gönül vermiş, bir dâvâya ömrünü adamışların toplandığı, Bediüzzaman’ın bulunduğu mekândaydı. Huzur dolu günler, bire on sevaplı manevî kazançlı zamanlar pür neşe içersinde su gibi akıp gidiyordu. Sanki çilehanede değil, renkli çiçeklerin arasında, pembe rüyaların tatlılığında gizemli, derin, lahuti bir havayı teneffüs ederek tevekkül dolu bir ummandaydı.

”Bu eski ve yeni iki medrese-i Yusufiyedeki şiddetli imtihanda sarsılmayan ve dersinden vazgeçmeyen ve yakıcı çorbadan ağzı yandığı halde talebeliğini bırakmayan ve bu kadar tehacüme karşı kuvve-i manevîyesi kırılmayan zatları ehl-i hakikat ve nesli ati alkışlayacakları gibi, melaike ve ruhaniler dahi alkışlıyorlar, diye kanaatim var. Fakat içinizde hastalıklı ve nazik ve fakirler bulunmasıyla, maddî sıkıntı ziyadedir…” (1)

Ziyaretçisi, nevalesi, eşyası, parası gelmeyenlerin ihtiyacını uhrevî kardeşler, çelikten kale gibi kendi aralarındaki yardımlaşmayla gideriyorlardı. “Kalplerindeki kuvvetli tahkiki imanlarıyla dahi buradaki ehl-i imanı ehl-i dalaletin evham ve şübehatından kurtarmalarına medar çelikten bir kal’a hükmüne geçeceğini rahmet ve inayet-i İlahiden ümit ediyoruz.” (2)

“Çünkü böyle pek ağır şerait altında iman kurtarmak hizmeti, her şeyin fevkindedir.”(3) Hapiste kaldığı sürede Dünyanın geçici, zail, fani, faydasız umuru içersinde iman hakikatlerinin insan ruhuna verdiği sürur, huzur ve mutluluğun zevkini tadıyor, manevî cihat fazileti ile kazandıklarının tadını, lezzetini bütün latifeleriyle hissediyordu.

Bediüzzaman ve nur talebelerinin bulunduğu Denizli hapsinden tahliye olmuş, Konya’daki köyünün yoluna koyulmuştu. İçi rahat, kalbi ferah, ruhu huzur içinde ailesine kavuşmaya adeta koşar adımlarla gidiyordu. İnkâr-ı Ulûhiyete karşı, zalim dinsizlerin insanları ifsat ettiği, dinin hükümlerine kast ettiği bir zamanda, O İslam’a hizmet etmenin, bedel ödemenin mutluluğuyla hasret kaldığı köyüne gelmişti.

Köyden ayrılırken veda ettiği Karabaş Köpek, ta uzaktan onun gelişini fark etmişti. Sevinçle, yıldırım gibi koşar adımlarla geldi. Neşesinden hopladı, zıpladı, etrafında koştu. Özleminden elini, ayağını öptü. Ön ayaklarıyla tırmanıp sarılıp sevgisini gösterirken kapının önünde yaşlı Babası görüldü.

Daha hoş geldin demeden, bunalmışlığın bütün öfkesiyle yüksek sesle azarlamaya başladı: “Sen ne biçim insansın? Onca işler öylece duruyor. Ekinler tarlada kaldı, bahçe sulanmadı, hayvanlara bakan yok.. Ne biçim evlatsın? Köylüler bana senin oğlun müftü mü? Vaiz mi? Dini kurtarmak O’na mı düştü? Diyorlar. Alt tarafı fakir, kuru ekmeğe muhtaç bir garipsin!…..”

Sevinçten hoplayıp zıplayan Köpek, sahibinin yabandan gelen oğluna yaptığı hakaret, öfke ve bağırıp azarlamasından etkilenmişti. Hareketleri durgunlaştı, mahzunlaştı, sessizce yere uzandı. Başını önüne eğdi. Köpeğin gözlerinden süzülen yaşlar tene tane damladıkça yerdeki taşlar ıslanıyordu…

Yaz sonu ufuklardan güneş kızıllıklar bırakarak bir güne daha veda ediyordu. Ömür defterinin bir sayfası daha imtihan sırrını haber veriyordu. “Biz sabır ve şükür ve kazaya rıza ve kadere teslim ile mukabele ederek…” Aklından geçiyordu. Üzülerek uzaklara baktı. Evinin penceresine ilişti gözleri! Sıcak ve şefkatli bir yüz, hasret dolu tatlı bir tebessüm dokundu yüreğine…

Muzaffer Karahisar

Dipnotlar:
(1) Şualar, On Üç. Şua,484 ,
(2) a.g.e. 485 ,
(3) a.g.e. 486 ,
(4) Anlatan: İsmail Yalçınkaya

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*