Dost yüzlü sinsi düşman: Lezzet

Az yememiz gerektiğini biliriz. Çoğu gıdaların zararlarının farkında olsak bile tüketmeye devam ederiz. Böyle davranmamızın sebebini merak ettiniz mi? Sağlığımıza ve kesemize zarar veren gıdaları neden çokça tüketiriz? Samimi bir test yapalım mı? Bisküvi, çikolata vb. hazır gıdalar tüketiyor muyuz? Cevabı belli. Peki, bunları ısrarla yememizdeki amacımız nedir? Sağlıklı beslenmek mi? Bereketli olsun diye mi? İktisat için mi? Hiçbiri olmadığına göre sebebini itiraf edelim: “Lezzeti!” için. Yani bir gıda lezzetliyse tüketiyoruz. Lezzetli değilse adeta kaçıyoruz.

Tatlı düşman: Şeker!

Dr. Yavuz Dizdar başta çocuklar olmak üzere şekerli gıdalara müptela olmamızın ilmi izahatını şu şekilde yapıyor:

“Bireylerin tüketim alışkanlıkları dikkate alındığında, düzenli şeker tüketilmesi sonucunda şekere karşı ‘arama’ davranışının ortaya çıktığı, erişilmesi durumunda ise aşırı tüketime neden olduğu anlaşılmıştır. Şekerin bulunamaması durumunda ‘alkol yoksunluğu’na benzer bir tablo ortaya çıkmaktadır.”1

Giderek artan oranda lezzetin peşinden koşmaya devam ediyoruz. Dünyada kişi başına yıllık şeker ve tatlandırıcı tüketim miktarı yetmiş beş kilogramı buluyor. Bu da bir kişinin ortalama vücut ağırlığına karşılık geliyor. Bir kişi ömrü boyunca ortalama beş-altı ton civarında şeker tüketiyor. Dünyanın yıllık şeker tüketimi ise beş yüz milyon tondan fazla.2 Maalesef çocukluktan itibaren ve çoğu kez iyilik zannıyla şekerli gıdaları tüketmeyi bizi en sevdiğimiz insanlar alıştırıyor. Şu an hemen her çocuğun çikolata ve şekerlemeye ne denli müptela olduğu malumdur.

Çözüm: İktisat Risalesi!..

İktisat Risalesinin her bir nüktesi tüm bu problemlerin kökten çözmenin reçetesini sunuyor. Günümüzdeki gıda sanayinin halini Üstad Bediüzzaman şu şekilde nazara veriyor:

”Şimdi iki lokma farz ediyoruz. Bir lokma, peynir ve yumurta gibi mugaddi maddeden kırk para; diğer lokma, en a’lâ baklavadan on kuruş olsa; bu iki lokma, ağza girmeden, beden itibarıyla farkları yoktur, müsavidirler; boğazdan geçtikten sonra, ceset beslemesinde yine müsavidirler belki bazen kırk paralık peynir daha iyi besler. Yalnız, ağızdaki kuvve-i zaikayı (tat alma duyusu, dil) okşamak noktasında yarım dakika bir fark var. Yarım dakika hatırı için kırk paradan on kuruşa çıkmak, ne kadar manasız ve zararlı bir israf olduğu kıyas edilsin. Şimdi, saray hâkimine gelen hediye kırk para olmakla beraber, kapıcıya dokuz defa fazla bahşiş vermek, kapıcıyı baştan çıkarır “Hâkim benim.” der. Kim fazla bahşiş ve lezzet verse onu içeriye sokacak, ihtilal verecek, yangın çıkaracak “Aman doktor gelsin, hararetimi teskin etsin, ateşimi söndürsün.” dedirmeye mecbur edecek.”3

Bu psiko-biyo-fizyo tesbite göre besleme değeri daha yüksek ve on kat daha ucuz peynir ve yumurta gibi gıdalar varken sadece yarım dakikalık lezzetin hatırı için baklavayı seçmek “manasız ve zararlı israf”tır. Yani, hem sağlığımız ve hem de mali durumumuz sarsılacaktır. Zira gittikçe daha fazla tüketerek kilo almamıza sebep olacak ve bunun neticesinde doktorlara başvurmamız gerekecektir. Bu kadar tüketmeye ve israf etmeye hakkımızın olmadığı aşikârdır.

Çağın hastalığı: Hedonizm!

Günümüzde “altmış bin kadar endüstriyel gıda maddesinin”4 olduğu düşünülürse çetin bir imtihandan geçtiğimizi söyleyebiliriz. Prof. Dr. Mustafa Nutku, “İnsanların büyük çoğunluğu ‘hedonizm’in kölesidir. Kendilerine lezzet veren şeye yönelirler ama ötesini düşünmek istemezler. Aksine, lezzet peşindeki bu hallerini savunmaya, kendilerini bu mevzuda haklı göremeye ve göstermeye çalışırlar.”5 diyerek aslında lezzet uğruna yanlışlar çukuruna düşülüp, çıkılamadığını özetliyor.

Çözüm ise İktisat Risalesi’nin Üçüncü Nüktesi’nde ifade edildiği gibi dilimizi kapıcılıktan, müfettişliğe çevirebilmektir. Bunun içinde Sünneti esas almamız gerekiyor. Hazreti Gavs’ın pişmiş tavuğu keramet göstererek diriltmesi vakası ibretlidir. Bu hadiseden çıkarmamız gereken neticeyi Üstadımız, “Ne vakit senin oğlun da ruhu cesedine, kalbi nefsine, aklı midesine hâkim olsa ve lezzeti şükür için istese o vakit leziz şeyleri yiyebilir…”6 şeklinde özetler. Anlaşılan o ki manevi cihazatımız, maddi cihazatımıza galebe etmeden fıtri düzene dönmemiz mümkün değildir.

En fazla lezzet alan kimdir?

En ilgi çekici hakikatlerden biri de lezzeti en fazla fakirlerin aldığıdır. Zira maddi imkanların kısıtlı olması; aç kalma süresini artırırken, yemek çeşidinin azalmasına sebep olur. Bu da bir ihsan-i ilahi olarak padişahlardan dahi daha fazla lezzet alması demektir. Üstadın, “Cenab-ı Hak kemal-i kereminden, en fakir adama en zengin adam gibi ve gedaya (yani fakire) padişah gibi lezzet-i nimetini ihsas ettiriyor. Evet bir fakirin, kuru bir parça siyah ekmekten açlık ve iktisat vasıtasıyla aldığı lezzet, bir padişahın ve bir zenginin israftan gelen usanç ve iştahsızlık ile yediği en a’lâ baklavadan aldığı lezzetten daha ziyade lezzetlidir.”7 ifadeleri bu hakikati ispat eder.

Kuru ekmek mi; Baklava mı?

Kıyaslama ne kadar ilginç değil mi? Lezzetli bir gıda denilince “kuru ekmeği” söyleyen olur mu? Peki, kuru ekmeğin baklavadan daha lezzetli olmasının sebebi nedir? Fakirde açlık ve iktisat var. Padişahta israf ve iştahsızlık. Açlığın ne kadar büyük bir ihsan olmasının yanı sıra lezzete olan etkisini Ramazan Risalesindeki “Kuru bir parça ekmek, tok olan adamlara, hususan zengin olsa ondaki derece-i nimet anlaşılmıyor. Halbuki iftar vaktinde o kuru ekmek, bir mü’minin nazarında çok kıymettar bir nimet-i İlahiye olduğuna kuvve-i zaikası şehadet eder.”8 tespitler son derece çarpıcıdır. Zira açlık çektiğimizde kuru ekmek dahi en leziz nimet haline geliyor. Elbetteki açlığı bilmeyenler, çok çeşitli yiyecekler yiyerek israf eden zenginlerin bu lezzetten mahrum kalmaları kaçınılmazdır.

Bu servet sahiplerinin en zirvesinde yer alan ABD vatandaşları, 1970-2000 yılları arasında önceki yıllara oranla yılda yüz litre daha fazla şekerli meşrubat, on beş kilogram daha fazla tatlandırıcı madde ve otuz kilogram daha fazla unlu mamul tükettiler. ABD’de son otuz beş yılda früktozdan zengin mısır şurubu tüketimi kişi başına yılda iki yüz gramdan otuz dört kilograma yükseldi.9 Tüm bu rakamlar tüketim miktarını artırmanın lezzete ulaşmakta çözüm olmadığını çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor.

İbn-i Sina’nın muhteşem reçetesi…

Sözü İbn-i Sina’ya verelim:

“İslâm hükemasının Eflatun’u ve hekimlerin şeyhi ve feylesofların üstadı, dâhî-i meşhur Ebu Ali İbn-i Sina, yalnız tıp noktasında ‘Yiyin için fakat israf etmeyin’ mealindeki âyeti şöyle tefsir etmiş. Demiş: Yani ‘İlm-i tıbbı iki satırla topluyorum. Sözün güzelliği kısalığındadır: Yediğin vakit az ye. Yedikten sonra dört beş saat kadar daha yeme. Şifa, hazımdadır. Yani, kolayca hazmedeceğin miktarı ye. Nefse ve mideye en ağır ve yorucu hal, taam taam üstüne yemektir.’ Hâşiye: Yani vücuda en muzır, dört beş saat fâsıla vermeden yemek yemek veyahut telezzüz için mütenevvi yemekleri birbiri üstüne mideye doldurmaktır.10

Bu muhteşem tespitleri cümle cümle anlamaya çalışalım. “Yediğin vakit az ye.” Yemek faaliyeti her aklımıza geldiğinde değil, sünnete uygun olarak iki öğün olmalı. Yediğin vakit ifadesini en fazla iki öğün olarak anlamalıyız. Peki, bu iki öğünde ne kadar yemeliyiz? Tabii ki “Az yemeliyiz!” Az yemek ne demektir? Bunun en üst limiti nedir? Bu limitin referansı kimdir ve güvenilir midir? İşte cevabı:

En zararlı kap: Mide

“Âdemoğlu, mideden daha şerli bir kap doldurmaz. Halbuki, belini doğrultacak birkaç lokmacık yeterlidir. Ancak illa da (mideyi doldurma işini) yapacaksa bari onu üçe ayırsın: Üçte birini yemeğe, üçte birini suya, üçte birini de boş bıraksın.”11

Bu hadis-i şerif yukarıdaki tüm sorulara cevap veriyor. Hayatta doldurduğumuz en zararlı kabın adı “mide!”dir. Ne kadar az doldurursak o kadar zararlarından korunuruz. Bunu hastalandığımızda iliklerimize kadar hisseder ve yaşarız. Bir sefer fıtri bir şekilde iştahımız kapanır. Bir şey yemek istemeyiz. Ünlü hekim Hipokrat der ki, “Hasta bir insana ne kadar çok besin verirsen, ona o kadar zarar verirsin.”

Vücudu sindirimle meşgul etmediğimiz için de hastalığı en hızlı bir şekilde atlatmak için gerekli adımı atmış oluruz. Bunda dolayıdır ki,

“Mide hastalıkların evidir. Perhiz ise her devanın başıdır.”12 “Mide vücudun sarnıcıdır ve damarlar onun içine dalarlar. Eğer mide sıhhatli ise damarlar da sıhhatlidir. Eğer mide kötü durumda ise, o zaman hastalanırlar.”13 hadisleri hastalıkların başlangıcı ve bitişi hususunda midenin önemine işaret eder.

Birkaç lokma mı; üçte bir mi?

Baştaki hadise dönersek iki tip yemek yiyen insan vardır. İlki ve en makbulü “birkaç lokmacık” ve ikincisi ise “üçte bir” tüketimdir. Bu iki tipi Üstadın hatıralarında nasıl açıklandığına bakalım. Risale-i Nur talebesi Mustafa Birlik, Üstad’ın yediği yemek miktarını şu şekilde nakletmektedir:

Üstad’ın fındık kadar tereyağ ilave edilmiş suya, bazen çok az kıyma ile birlikte iki kaşık yoğurt, biraz da tel şehriye katıp, yumurta kırılarak hazırlanan yemeği bazen üç gün yediğini anlatan Birlik, Bediüzzaman’ın ne kadar ekmek yediği konusunda da şunları ifade etmektedir:

“Sol eliyle ekmeği alır, sağ eliyle büker, sağ eline ne kadar kalırsa o kadarını yerdi. Sağ elinde kalanı da dokuz lokma yapıp, her lokmada Üstad’ın acayip bir besmele çekişi vardı. Üstad ‘Boğazına sahip olamayan hiçbir yerine sahip olamaz. Tüm fenalıklar boğazdan gelir’ diyordu.14

Ekmeği dokuz küçük lokmayla iktifa etmek ve çok az olan yemeği üç günde tüketmek hadiste ifade edilen “birkaç lokmacık” tanımını yansıtıyor. Üçte bir yeme ölçüsünü ise Molla Hamid Ekinci şu şekilde aktarıyor:

“Üstad yemek yerken herkesin ekmeğini ayırır, taksim ederdi. Ekmek bana az geliyordu. Sofradan altı talebe bir de Üstad yedi kişi oluyorduk. Bazen misafirlerimiz de gelirdi. Üstad bana şefkat ettiğinden cesaret alarak, ekmeğin az olduğunu söyledim. Evde çok buğday olduğunu, getirip bol bol yiyebileceğimizi ifade ettim. Üstad tebessüm ederek: ‘Kardeşim ben azlığı için böyle yapmıyorum. Siz midenizi neye benzetiyorsunuz? Midenin üç hakkı, üç hissesi vardır. Sadece birisi yemek içindir. Eğer böyle yapmaz da ölçüsüz doldurursanız, beş davarlık bir ahıra, onbeş davar doldurmaya benzer.’ Üstad bu misalle bize ders verdi.”15

Üstad, Hadis-i şerifteki üçte birlik üst limiti varlıkta dahi uygulamamıştır. En avamın anlayabileceği ahır misaliyle ders vermiştir. Üçte bir oran denilince çoğumuzun zihninde bir rakam belirmez. Ortalama olarak midemizin 1.2 litre yiyecek alabilecek ölçüde genişlediği kabul edilir. Daha akılda kalan örnek yumruk büyüklüğünün referans alınmasıdır. Bu miktarda gıda tüketirsek üçte birlik orana uymuş oluruz.

İbn-i Sina’nın, “Yedikten sonra dört beş saat kadar daha yeme. Şifa, hazımdadır. Yani, kolayca hazmedeceğin miktarı ye.” tespitleri son derece önemli. Tam bu noktada diyetisyenlerin, “az ve sık sık yiyin” tavsiyelerinin yanlışlığı ortaya çıkıyor. Sık sık yemek, yağları yakan leptin hormonunun salgılanmasını engeller. Prof. Dr. Canan Karatay Efendigil’in, “Sık sık yemek yediğimiz zaman kan şekerimiz ve insülinimiz de sürekli olarak yükselmekte ve yüksek kalmaktadır. Kan insülin değerinin normal düzeye inmesine imkan verilmemektedir.”16 şeklindeki ikazları gayet yerindedir.

Şifa hazımdadır!..

Dikkat edilirse şifanın hazımda olduğu belirtiliyor. Unutulmamalıdır ki Yediklerimizle değil, sindirdiklerimizle yaşıyoruz!“17 Hazım tamamlanmadan yemek yemek illettir. Sindirimi sadece midedeki sindirim olarak düşünmek yanlış olur. İlmi olarak sindirim; mide ve ince bağırsak, karaciğer, kan ve hücre olmak üzere dört aşamalı bir süreçtir.18

Üstad hazretleri bu hakikati “Sonra, nizâmât-ı muayyene ve harekât-ı muttarıda ile ve desâtir-i mahsusa ile, rızık olarak bir bedene girip, o beden içinde dört matbahta pişirildikten sonra ve dört inkılâbât-ı acîbeyi geçirdikten sonra ve dört süzgeçten süzüldükten sonra, bedenin aktârına yayılarak, bütün muhtaç olan âzâların muhtelif ve ayrı ayrı derece-i ihtiyaçlarına göre, Rezzâk-ı Hakikînin inâyetiyle ve muntazam kanunlarıyla inkısam ederler.”19 ifadeleriyle özetlemiştir.

Dolayısıyla yemek yedikten sonra ikinci defa yemek yiyebilmek için mide ve ince bağırsaktan oluşan ilk hazmın bitmesi gerekir. Bu da en 3-5 saat, eğer karışık ve fazla yenildiyse 6-10 saat beklenmesi anlamına gelir. Efendimiz’in (asm), “Geceleyin veya gündüzün ikişer defa yemek illettir…” ve “Tokken yemek hem hastalık, hem de haramdır…”20 beyanları mevzuyu net bir şekilde ortaya koyuyor.

Büyük düşman: Endüstriyel gıdalar!

Günde iki öğün yemek endüstriyel gıdalarla mümkün değildir. Dr. Dizdar’ın, “Endüstriyel gıdadaki ana sorunlardan biri tokluk hissi oluşturmaması ya da açlık hissinin daha çabuk ortaya çıkmasına neden olmasıdır. Bu durum sadece endüstriyel gıdanın daha rafine olmasıyla (dolayısıyla daha çabuk emilmesiyle) ilişkili görünmemektedir. Gıdaya uygulanan aşırı fiziksel işlemin olası sonuçlarından biri, tokluk hissi oluşturabilecek unsurların ortadan kalkmasıdır. Doyumun oluşmaması aşırı yeme isteği ile daha çok tüketilmesine neden olur.”21 şeklindeki ifadeleri, sürekli açlık çeken bir insanın defalarca yemek yemek zorunda kalacağının izahıdır.

Üstadın, İbn-i Sina’nın son cümlesindeki (Nefse ve mideye en ağır ve yorucu hal, taam taam üstüne yemektir) tavsiyesine Haşiyeyle (Yani vücuda en muzır, dört beş saat fâsıla vermeden yemek yemek veyahut telezzüz için mütenevvi yemekleri birbiri üstüne mideye doldurmaktır.) izah etmesi cay-ı dikkattir.

Facianın diğer adı: Az ve sık yemek!

Buraya kadar açıklamalardan bir kez daha gördük ki, “Az ve sık yiyin!” diyenlerin tavsiyelerine uymak faciayla sonuçlanır. Bunların başında dünyanın yarısını esir alan obezite, hipertansiyon, diyabet, kanser gibi beslenmeyle yakından ilgisi olan sağlık sorunları gelir.22 Yılda kişi başı ortalama yedi yüz elli kilogram gıda tüketimi düşündürücüdür.23 Gelişmiş ülkelerde, 1900’lerde ölen kimselerin yirmi yedide biri kanserden ölürken, bu 1950’lerde yedide bire, 1990’da beş’te bire, bugün ise üçte bire yükseldi.24

Sanki yemek!

Lezzet için yemek yemekten Bediüzzaman iki vecizesiyle çıkış yolunu gösteriyor:

“Lezaiz çağırdıkça, sanki yedim demeli. Sanki yedimi düstur yapan; “Sanki yedim” namındaki bir mescidi yiyebilirdi, yemedi.”25

“Muvakkat lezzetten ziyade, muvakkat eleme tebessüm etmeli; hoş geldin demeli. Geçmiş lezaiz, ah vah dedirtir. “Ah!” müstetir bir elemin tercümanıdır. Geçmiş âlâm, “Oh!” dedirtir. O “Oh” muzmer bir lezzet ve nimetin muhbiridir.”26

Hayatı boyunca bir insan yaklaşık yetmiş beş ton (56 ton su, 14 ton karbonhidrat, 2.5 ton  yağ ve protein) besine ihtiyaç duyar. Bu miktar beş tren vagonunu dolduracak kadar fazladır. Bunun yanında daha az miktarlarda ihtiyaç duyulan maddeler de vardır ve gereklidir.27

Lezzetin peşinde koşmak fazladan tonlarca gıda tüketmeye sebep oluyor. Bu fazlalıklarla mescidin inşa edildiğini (Sanki Yedim mescidi, İstanbul/Fatih’tedir) biliyoruz. Ayrıca, lezzet peşinde koşmak anlık “oh!” getirse de neticenin “ah!” olduğu gerçeğini değiştiremeyecektir vesselâm…

Dipnotlar: 1-Yemezler, Dr. Yavuz Dizdar, s.210.; 2-Kemal Özer, Müslüman’ın Diyeti, s.114.; 3-Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, s.251.; 4-Gimdes Uluslararası Helal Gıda Konferansları, s.26.; 5-Yeniden Gıda Raporu, s.466.; 6-Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, s.252.; 7-Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, s.254-255.; 8-Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, s.471.; 9-Prof. Dr. Ahmet Aydın, Taş Devri Diyeti, s.15.; 10-Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, s.259-260.; 11-Tirmizî,Zühd 47/2381; İbn-i Mâce, Yiyecekler 50/3349.; 12-Ebu Davud, Tıp, 13/490.; 13-Afzalur Rahman, Siret Ansiklopedisi, c.1, s.345.; 14-Necmeddin Şahiner, Son Şahitler 6. Cilt s.280.; 15-Necmeddin Şahiner, Son Şahitler 1. Cilt s.123-124.; 16-Canan Karatay Efendigil, Karatay Diyeti, s.16-17.; 17-Prof. Dr. Arnold Ehret, Oruçla Yeniden Sağlığa Kavuşma ve Gençleşme, s.65.; 18-Aidin Salih, Gerçek Tıp s.17.; 19-Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, s.591.; 20-Aidin Salih, Gerçek Tıp s.18.; 21-Dr. Yavuz Dizdar, Yemezler, s.67.; 22-Mebruke Bayram, Gıdalar Ambalajlar Silahlar ve Açlar, s.8-9.; 23-Prof. Dr. Mehmet Demirci, Beslenme, s.17.; 24-Kemal Özer, İyi Gıda Kötü Gıda, s.23.; 25-Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, s.559.; 26-Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, s.559-560.; 27-Prof. Dr. Mehmet Demirci, Beslenme, s.16

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*