Fitne ateşi ancak Kurân ve Sünnet silâhıyla söndürülür!

“Ümmetimin fesâdı zamanında benim Sünnetime yapışana yüz şehid ecri vardır.” (Hadis)

Kâinattaki varlıkların dilleriyle veya hal lisanlarıyla yapmakta oldukları hamdler, en güzel isimlerin sahibi ve noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah Teâlâ’ya mahsustur. Salâvat ve selâmların en güzeli de, peygamberlerin  sonuncusu olan rahmet ve hidâyet peygamberi Hz. Muhammed Mustafa (asm) üzerinedir. İlk olarak Hz. Âdem’in (as) tuttuğu hidâyet meşalesi, beşerin hayat yolculuğunda bir peygamber elinden diğerine  geçerek tâ Hz. Musa (as) ve Hz. İsa’ya (as) kadar gelmiş; son olarak da, Hâtemü’l-Enbiya sıfatıyla Peygamber Efendimiz’e (asm) ulaşmıştır.

Peygamberler zincirini  bir binaya benzeten Rasûlullah (asm) şöyle buyurmuştur: “Ben ve benden önce gelen peygamberlerin durumu, tıpkı şu bina yapan adamın durumu gibidir ki, bu adam güzelce bir bina yaptı onu süsledi, tamamladı. Yalnız, köşelerinden birinde bir kerpiçlik yer eksik kaldı. İnsanlar binanın çevresini dolaşmaya başladılar. Onu çok beğendiler ama: “Keşke şu kerpiç de yerinde olsaydı” dediler. İşte o kerpiç benim; ben peygamberlerin sonuncusuyum.”

Hz. İsa’dan (as) sonra Hak dininden uzaklaşmış olan insanlık, uzun ve tehlikeli yolda doğru istikameti gösteren ışığı kaybettiği için çaresizliğe düşen bir yolcu gibiydi. Kullarına çok acıyan Rabbü’l âlemin; yolunu şaşıran insanlığı tekrar doğru yola yönlendirmek için, âlemlere rahmet olarak Hz. Muhammed’i (asm) Kur’ân Risâleti ile görevlendirdi.  Ve bu yüce şahsiyet insanlığa rehber olsun diye, onu en güzel şekilde terbiye ederek örnek eyledi.

“Beni Rabbim terbiye etti ve terbiyemi/edebimi güzel yaptı.”

“Sen elbette yüce bir ahlâk üzeresin.” (Kalem, 4)

Kur’ân ahlâkıyla bezenmiş olan Rasûlullah (asm); putlardan medet umulan, kız çocuklarının toprağa gömüldüğü,  kuvvetlinin zayıfı ezdiği, zulümün diz boyu olduğu, huzur  ve emniyetten yoksun câhiliye toplumu üzerine bir güneş gibi doğmuştur. İslâm nuruyla karanlıktan kurtulan câhiliyye Arapları; toplumda kuvvetlinin değil haklının galip geldiği, çekişme yerine yardımlaşmanın öne çıktığı, ırkların ve renklerin birbirine üstün olmadığı, üstünlüğün ancak takvada olduğunu İslâm dinini tanıyınca öğrenmişlerdir. Vahşet elbisesinden sıyrılıp medeniyet kaftanını giyen bu insanlar; Rasûlullah’ın (asm) yaşantısını adım adım izleyerek öğrendikleri İslâm prensiplerini insanlığa öğreten muallimler ve İslâm Medeniyeti’nin mühendisleri olmuşlardır.

Bu hakikati, Batılı bilim adamlarının yapmış oldukları ilmi araştırmalar da ortaya koymuştur. Amerikalı ilim adamı Michael H. Hart, 1978’de yayınladığı “Dünya Tarihine Yön Veren En Etkin 100” adlı kitabında, insanlık tarihine damgasını vurmuş 100 kişiyi belirlemek için, 20 bin kişiyi kâbiliyetleri, mücâdeleleri, icraatları ve muvaffakiyetleriyle değerlendirmiş ve bu araştırmasını programladığı bilgisayar ekranı, Hz. Muhammed’i (asm) “Tarihin gelmiş geçmiş en büyük şahsiyeti” olarak tesbit etmiştir.

Bugün; öyle bir çağda yaşıyoruz ki, insan aklının ürettiği ileri teknoloji sayesinde koca bir âlem cebimize girmiş durumda. Dünyaya doyan insan, bilineni  bırakıp bilinmeyenleri keşfetmek için uzaya turizm seyahati yapmaya hazırlanıyor!

Maddî bakımdan bu derece yükselen insanoğlu, gözüne kapkara madde gözlüğü taktığından, ruhunu, mânevî ihtiyacını göremez olmuştur. Kimsin? Nereden geldin ve nereye gidiyorsun? Dünyadaki asıl vazifen nedir? sorularına cevap veremeyen çağımız insanı, tıpkı câhiliye dönemindeki gibi karanlığa düşmüştür. Dolayısıyla; câhiliyye toplumu hastalıkları olan ırkçılık, siyasî ve ticarî ihtiraslarla adam kayırma, iftira, fâiz, yolsuzluk, rüşvet, zina, yalan, kin, haset, açgözlülük ve zorbalık gibi hastalıklar tekrar hortlamıştır!

Toplumları içeriden yiyerek çökerten bu hastalıkların çâresi, doktorlarda veya güvenlik güçlerinde değildir. Çâre; Kur’ân-ı Kerîm ve Peygamber Efendimiz’in (asm) Sünnetini esas alan ‘eğitim ve öğretim’dedir. Evet; siyasî, ticarî ve ahlâkî olarak sağlıklı ve huzurlu bir toplum kurmak, ancak bu hakikat yolunda yürümekle olur.
Fitnelerin ve bid’aların istilâsına uğradığımız şu müthiş zamanda, Rasûlullah’ın (asm) yeme-içme gibi en küçük bir sünnetine dahi ittiba etmek, insanı kuvvetli bir iman ve takva sahibi eyler. Evet; Sünnete ittiba etmek, zihinlerimizde Rasûlullah’ı (asm) canlandırır. Bu da, Allah Teâlâ’nın huzurunda olduğumuzu, sözlerimizin ve fiillerimizin takip edilip kayıt altına alındığını bize bildirir.

Şüphesiz ki; hangi meslekten olursa olsun, her insanın Peygamber Efendimiz’in (asm) öğrettiği prensipleri bilip uygulamaya ihtiyacı vardır. Başarılı bir evlilik, öğretmenlik, komutanlık ve liderlik yapmak isteyenler, Rasûlullah’ın (asm) hayatını dikkatlice incelemelidirler. Ulaşmak istedikleri başarıya götüren pusula ve yol haritasını, karmakarışık modern metodlarda değil, kaynağı Kur’ân-ı Kerîm olan bu yüce hayat içinde bulacaklardır elbette.  

Bu konudaki son sözü Bediüzzaman söylesin:                                                                     

“Sünnet-i Seniyyenin meseleleri, hattâ küçük âdâbları, gemilerde hatt-ı hareketi gösteren kıblenâmeli birer pusula gibi, hadsiz zararlı, zulümatlı yollar içinde birer düğme hükmünde görüyordum. Hem o seyahat-i ruhiyede, çok tazyikat altında, gayet ağır yükler yüklenmiş bir vaziyette kendimi gördüğüm zamanda, Sünnet-i Seniyyenin o vaziyete temas eden meselelerine ittibâ ettikçe, benim bütün ağırlıklarımı alıyor gibi bir hiffet buluyordum. Bir teslimiyetle, tereddütlerden ve vesveselerden, yani, “Acaba böyle hareket hak mıdır, maslahat mıdır?” diye endişelerden kurtuluyordum. Ne vakit elimi çektiysem, bakıyordum, tazyikat çok. Nereye gittikleri anlaşılmayan çok yollar var. Yük ağır, ben de gayet âcizim. Nazarım da kısa, yol da zulümatlı. Ne vakit Sünnete yapışsam yol aydınlaşıyor, selâmetli yol görünüyor, yük hafifleşiyor, tazyikat kalkıyor gibi bir hâlet hissediyordum.” (11. Lem’a)

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*