Gönüller Senin Mezarın

“Ağır başlı kitaplar senin adına…

En yiğit besteler, seni söyler!

Yangınlar alevinden geçip de gelen dost!

Yelken gibi açılmışsın zâlim rüzgâra!”

Said Nur

Ekmeğine haram lokma karışması endişesiyle, ev ve tarla arasında gidip gelirken, başkalarının mahsullerinden yemeleri ihtimaliyle hayvanların ağzını bağlayan bir baba ile; hamilelik döneminde ve daha sonra da süt verip emzirdiği günlerde dâima abdestli olmaya gayret ve dikkat eden mübarek bir ananın evlâdı olarak 1877’de doğdu… Cesur bir mizaca, son derece parlak bir zekâya ve güçlü bir hafızaya sahipti.

Said Şamil, ‘Aydınlar Konuşuyor’da, Şahiner’in bir sualine cevap verirken “Eğer Bediüzzaman Hazretleri bir asır önce gelse ve isteklerini III. Selim Han’a arz etseydi muhakkak ki Osmanlı’nın mukadderatı değişirdi” meâlinde birşeyler söyler. Bu düşünce ve kanaat hiç şüphesiz bir iyi niyet ürünüdür. Ama gerçekte ise, Rahmeti Sonsuz Yüce Yaratıcı’nın Anadolu’ya, âlem-i İslâma ve insanlığa bir hediyesi olarak o, değil geç kalmak, belki acele bile etmiş ve tam zaman ve zemininde gelmişti. “Ne yapayım, acele ettim kışta geldim. Sizler cennet-âsâ bir baharda geleceksiniz” diyordu.

Evet, o, iyiyle kötünün, güzelle çirkinin, doğruyla yanlışın birbirine karıştığı/karıştırıldığı; bütün değer hükümlerinin altüst edildiği; herşeyin bitirilmek istendiği ve ‘herşey bitti’ denildiği bir zaman ve zeminde gelmişti…

Bediüzzaman Said Nursî’nin doğduğu yıl, Osmanlı Devleti, Balkanlar ve Kafkasya’da, Rusya’yla savaşmaktaydı. Rumî takvime göre ‘93 Harbi’ olarak bilinen 1877-78 Osmanlı-Rus savaşı, hem Osmanlı, hem de Batılılar için yeni bir dönemin başlangıcı olacak kadar önemlidir.

Bu gelişmeler yaşanırken dünyaya gelen Bediüzzaman, ilk eğitimini ağabeyi Molla Abdullah’tan aldı. Tağ Köyündeki medresede öğrenim hayatına başladığında sekiz yaşındaydı. Beş yıl süren tahsil hayatı boyunca, bir çok medresede kısa sürelerle bulunarak ders aldı. Bu süre zarfında Kur’ân’ı hatmetti ve medrese eğitiminin temeli olan sarf ve nahiv kitaplarını İzhar’a kadar okudu. Sonunda, Doğu Beyazıt’ta bulunan Şeyh Mehmet Celâli’nin medresesinde üç ay süren bir eğitim gördü. Burada, medrese eğitiminde yer alan kitapların yanısıra pek çok başka kitabı da okudu. İcazetini alarak Doğubeyazıt’tan ayrılan Said Nursî, son derece hareketli geçen tahsil hayatında, çok genç yaşta klasik medrese eğitim anlayışının çok ötesinde engin bir birikime sahip oldu.

Şarktaki bütün ilim-irfan yuvalarına uğrayan Said Nur, o dönemin medrese âlimleri arasında gelenek haline gelen ilmî münâzarâlara katıldı. Keskin zekâsı ve güçlü hafızasının yardımıyla bu münâzarâlardan başarıyla çıktı. Şarktaki medrese âlimleri karşısında ilmî rüştünü fiilen ispatlamış olan Said’in genç yaşta ulaştığı ilim seviyesi, herkesi hayrete düşürmüştü. Anlaşılması en zor konuları kolaylıkla anlaması ve mütalaa ettiği kitapları kolaylıkla ezberine alması gibi farklılıkları sebebiyle, zamanın âlimleri o­na “Bediüzzaman” lâkabını uygun görmüşlerdi.

Yaşadığı asrı çok iyi biliyordu

O, bir cihetten ömür boyu, bir cihetten de tam otuzbeş sene karanlığa, zulme ve küfre karşı cihad etmiş; ümitlerin âdeta felç olduğu çok zor bir dönemde “Hayır! Mü’min ümitsiz olamaz. Hakîkî imanı elde eden adam kâinata meydan okuyabilir. Henüz hiçbir şey bitmedi, bitmeyecek, her şey yeniden başlıyor” diyerek hizmet-i imaniye ve Kur’ân’iye meydanına atılmıştı.

Dünyalık yoktu o­nda. Dediği gibi: ‘Vücûdunu Mûcidine fedâ et’mişti. Daha gençlik çağında Mahbub-u Hakiki’ye verilmiş sözü vardı. Mücerred kalacak ve kayıt altına girmeden hizmet edecekti… Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez bir nur olduğunu kâinata ilân edecek; insanların hem dünyasının, hem de âhiretinin cennetlere dönmesi yolunda o­nca eza ve cefaya rağmen bıkmayacak, usanmayacaktı. Ve öyle de oldu… Sayıları milyonları çoktan aşan talebeleri, dostları ve dünyanın dört bir yanındaki hakperest fikir adamları/aydınlar bunun en güzel şahididirler.

“O, yaşadığı asrı en iyi bilenlerden biriydi; belki de en iyi bileniydi. En yüksek dimağlar, en ateşîn zekâlar günübirlikçilik içinde harcanıp giderken, o, gönül ve düşünce kanatlarıyla yıllar ve yıllar ötesinin semalarında pervaz ediyor ve çağının düşünce kanaviçesini örüyordu. Derin bilgisi, yumuşaklardan yumuşak gönlü ve akıllara durgunluk veren diğergâmlığıyla kendisini görüp tanıyanlara bir sahâbi örneği olmuştu.”

Büyük fikir adamı merhum Cemil Meriç’in ifadesiyle Said Nur “Altmış yıl her kahra, her cefaya göğüs gererek mücadele eden biricik dâvâ adamı”dır. Yine o­nun ifadeleri içinde: “Söndürülmek istenen mukaddes ateş o­nun güçlü nefesiyle meşaleleşir. Anadolu insanının gönlünde bir remiz olur Said Nur. Deccallere meydan okuyan imanın remzi. Karanlıkta bırakılan nesiller Nur Risâlelerini heceleyerek şuurlanırlar. Said Nursî’nin kuvveti yalnız bilgisinden, yalnız büyük cedel kabiliyetinden gelmiyor. Cesarete susayan insanımız, ananevî irfanının bu pervasız temsilcisinde asırlardır aradığı ihlâsı, feragati, bir dâvâ uğrunda nefsini fedâ etmek celâdetini de buldu.”

Saidlere, Hamzalara… Kudsilere, eroğlu erlere Said Nur’un hayatını anlatacak değilim. Zira biz o­nun hayatını çok iyi biliriz… Sadece, fiilen yaşayamadığımız o kış günleri ile, (herşeye rağmen) şu bahar arefesi arasında bir mukayese yapabilme, ders ve ibret alabilme yollarını arıyoruz. Bu yolda o­nun ve Tahirî, Zübeyr, Hulusî, Sungur, Abdullah, Bayram … gibi ilk talebelerinin, saff-ı evvellerin pırıl pırıl ve şevk dolu hayatlarında aradığımız ipuçlarını bulacağımız inancındayım.

Hiçbir zaman ye’se düşmedi

Hayatı boyunca ye’se düşmemiş, hiçbir zalime ve zulme boyun eğmemiş; en büyük hileyi hilesizlikte bilmiş; destanlara sığmayacak bir ömür sürmüştü. Evet, o­nun hayat aynasında üç devrin hesabı görülmüş ve ulu bir terbiyeden sonra o­na bir diriliş görevi verilmişti.

Evet, o, gerçekten ye’se düşmemiş ve bir iman, ama şevkli bir iman yolcusu, bir kâinat seyyahı olarak yaşamış ve yeni bir diriliş önderi olarak insanlık tarihindeki haklı yerini almıştı. “İnanıyorsanız mutlaka üstünsünüz” hakikatına tam bir ayine olmuştu. “Sakın ye’se düşmeyiniz. Zira, ye’s mâni-i herkemâldir”; “Ümitvâr olunuz! Şu istikbâl inkılâbı içinde en yüksek ve gür sâdâ İslâmın sâdâsı olacaktır” diyordu.

Diriliş

‘Diriliş’, öyle okunuşu kadar kolay bir hadise değildi… Çünkü, “küllî bir tahribatın ve İslâmiyeti içine alan dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhit kal’anın” tamiriydi söz konusu olan… Bin seneden beri tedarik ve terâküm edilen müfsid âletlerle dehşetli rahnelenen kalb-i umumî ve efkâr-ı ammeyi ve bozulmaya yüz tutan vicdân-ı umumiyi hiçbir zararı ve yan etkisi olmayan bir teşhis ve reçeteyle tedâviye çalışmak basit ve kolay değildi.

Bediüzzaman, mutlakıyeti ve meşrûtiyeti yaşayan bir vatan evlâdı olarak, cumhuriyete giden yolda, kendisine yakışan ve o­ndan beklenen bir şekilde, devrin idarecilerine çok önemli tesbit ve tavsiyelerde bulunarak o­nları ikaz etmiş ve bazan da şiddetli sarsmış, fakat gaflet içinde gördüğü bu kafalardan fazla bir netice alınamayacağı kanaatine vararak, gayet yerinde ve isâbetli bir kararla “kartal yuvasına” dönmüştü.

Van’a giderek kardeşi Abdülmecit’in evinde ve Nurşin Camiinde kısa bir süre kalan Bediüzzaman Erek Dağında, terk edilmiş bir kilisede talebeleriyle ders yapmaya başladı. O, Erek dağının başında iman ve Kur’ân hakikatlerinin anlaşılması ve yaşanmasıyla meşgul olurken, Ankara’da yeni bir rejim şekillenmeye başlamıştı. Rejim değişikliğini hazmedemeyenlerde, Ankara’ya karşı tepkiler baş göstermişti. Böylesi gergin bir ortamda hükümete karşı ayaklanmayı planlayan Şeyh Said, Bediüzzaman’a mektup yazarak kendisine destek vermesini istedi. Ancak Said Nursî o­na, bunun “menfi bir hareket” ve “kardeş kanı dökmek” olduğunu anlatarak isyandan vazgeçirmeye çalıştı. Ayrıca, Şeyh Said ayaklanmasına aşiretiyle destek vermek isteyen Doğunun namlı ve güçlü Hamidiye paşalarından Kör Hüseyin Paşa, Bediüzzaman’ı Erek Dağında iken ziyaret etmiş ve fikrini sormuştu. Bediüzzaman da o­nu, “Kan dökme! Kan dökme!” diyerek ikâz etmiş ve Paşa ayaklanmaya katılmamıştı.

Bediüzzaman’ın, isyan sırasında yatıştırıcı rol oynamasına ve bütün mesâisini ilme ve iman hizmetine hasretmeye karar vermiş olmasına rağmen Doğudaki nüfuzlu kimseleri Anadolu içlerine süren hükümet, o­nu da inzivada bulunduğu Erek Dağındaki menzilinden alarak sürgüne gönderdi.

Kutlu bir zaman diliminde Kur’ân’la ve Sâhib-i Kelâmla ciddî bir muhatâbiyet ve ulu bir terbiyeden sonra, hakikâtte kader-i ilâhinin sevkiyle, zahirde ise ehl-i dünyanın, keyfî kararı ve nefyi ile yine yol görünmüştü. Bu gidiş aslında geliş demekti…

Ama, o­nun gidişi tesadüfî olmadığı gibi, gelişi de anlamsız değildi. Bir kutlu görev vardı ve sahibini bekliyordu. Delâilin Nur’da bir cümle var ki benim için çok mânidardır. Gece gündüz, âlem-i İslâmın her türlü esaretten kurtuluşu ve selâmeti için yalvarıp yakaran Gönüller Sultanı, kuvvetle muhtemeldir ki o cümleyi, kim olduğunu, misyonunu, omuzundaki ağır yükü görerek, bilerek, duyarak, zerrelerince yaşayarak takdim ve arz ediyordu. Âlem-i İslâma inen darbelerin en evvel ruhuna indiğini hisseden Said Nur, Delâilin Nur’da da Rahmeti Sonsuza, Kadir-i Zülcelâle, Rabbine şöyle diyordu: “Allahım! Beni küfrün üzerine öylesine at (sal) ki, o­nu darmadağın edeyim.”

O, kimilerinin şu ya da bu mülâhaza ile yıllarca evinden çıkamadığı, bazılarının “artık burada hizmet edilmez” diyerek ülkeyi terk ettikleri, kimisinin kılıktan kılığa girdiği, bir kısım zavallıların ise alçaldıkça alçaldıkları bir zaman ve zeminde “Ümitvar olunuz” hitabında billurlaşan, fakat müsbet hareket çizgisinden de asla sapmayan yepyeni, orijinal bir hizmet tarzıyla akılları, gönülleri, kalbleri fethediyor, yılmak ve durmak nedir, bilmiyordu. Hakîm-i Rahîm söndürülmek istenen nur-u Kur’ân’ı o­nunla son bir kez daha parlatacak ve yepyeni bir devir açacaktı. Kimileri hoşlanmasa da bu böyle idi ve böyle olacaktı…

Vakit hizmet vaktidir

Şeyh Said hâdisesiyle hiçbir ilgisi olmadığı, hattâ hâdise öncesinde kendisinden destek isteyen Şeyh Said’i bu niyetinden vazgeçirmeye çalıştığı halde, Van’da ikâmet ettiği uzlethânesinden alınarak Burdur’a, oradan da Isparta’nın Barla nahiyesine götürülmüştü. İşte burada yepyeni bir çığır açarak manevî cihad meydanına atılacak ve hizmet-i imaniye ve Kur’âniyeye başlayacaktır…

En zor şartlar altında ve imkânsızlıklar içerisinde, birbiri ardınca telif ettiği eserlerde iman esaslarını terennüm eder… İmâna, huzura, nura muhtaç gönüllerde mâ’kes bularak hemen te’sirini gösteren ve büyük bir teveccüh ve rağbete mazhar olan bu eserler elden ele, dilden dile bütün bir vatan sathına ve âlem-i İslâmın gözde merkezleri ile dünyanın belirli yerlerine ulaşır. Kur’ânın sönmez ve söndürülemez bir nur olduğunu kâinata ilân etmeye söz veren ve mücerred kalarak hayatını Mucid’ine/dâvâsına feda ve vakfeden bir Hak Yolcusunun hayalleri gerçekleşiyordu… Zira, ruhundan fışkıran ve etrafa yayılan aydınlık, zulmetleri yararak karanlığı boğuyor, düşünceleri/dâvâsı halka maloluyordu. İdamla yargılandığı bir dönemde beşyüzbin talebesi olduğu, iddia makamınca itiraf ediliyordu. En zor şartlar altında, işkenceli bir esaret yaşadığı ve talebeleriyle birlikte idamla yargılandığı bir zaman ve zeminde zerre kadar bir eser-i tereddüt göstermeden “Merak etmeyin kardeşlerim! Bu Nurlar parlayacaklar!” diyordu. O zaman elle yazılarak çoğaltılan eserlerin toplam tirajı altıyüzbinleri bulmuş, âdeta iman tekniğe meydan okumuştur.

1935’te Eskişehir, 1943’te Denizli, 1947’de Afyon ve 1952’de İstanbul mahkemelerine çıkarılmış hiçbirinden bir netice alınamamış fakat yine de yersiz bir korku ve endişe ile bir türlü rahat bırakılmamıştır. Ömrünün son günlerine kadar keyfî muamele ve eziyetlerden kurtulamamış fakat müsbet hareket çizgisinden asla vazgeçmemiş “Milletimin imanını selâmette görürsem cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Zira vücudum yanarken gönlüm gül-gülistan olur” diyerek tam bir şefkât kahramanı olduğunu tüm kâinata ilân etmiştir. Bütün hayatı harp meydanlarında, esaret zindanlarında, memleket hapishânelerinde geçen Bediüzzaman kendi vatanında o derece mazlumiyet ve mağduriyet yaşıyordu ki, “Bunlar, bana komünist Rus’un yapmadığını yapıyor” siteminde bulunmaya mecbur bırakılmıştı. Defaatle zehirlenen, sürgünden sürgüne gönderilen ve mahkemeden mahkemeye sevk edilen bu büyük ruh, her bir sıkıntıya, zulme ve haksızlığa büyük bir sabırla katlanmış, fakat asla boyun eğmeyip ve teslim de olmayarak, aldanan ve ne yaptığını bilemeyenlere de sadece hidayet temennisinde bulunmuştur.

Urfa’ya doğru

Takvimler 19 Mart 1960 tarihini gösteriyordu… Üstad, saff-ı evvel talebelerine Urfa’ya gitmek istediğini söyler, arabası hazırlanır ve yola çıkılır. 20 Martta yağmurlu bir havada başlayan bu yolculuk maddî âlemde o­nun son yolculuğuydu. 21 Mart günü Urfa’ya ulaşıldığında talebeleri kendisine Halilürrahman Dergâhını göstermek isterler. Ama o yürüyemeyecek kadar ağır hastadır. o­nu şehrin en iyi oteli olan İpek Palas Oteline yerleştirirler. Bu arada otele gelen polisler, İçişleri Bakanının emriyle derhal Isparta’ya geri dönmeleri gerektiğini tebliğ eder… Bunu duyan halk otelin önüne toplanır. Polis, Bediüzzaman ve yanındaki talebelerinin ısrarla Urfa’dan ayrılmalarını istiyor ve Ankara’nın emrini hatırlatıyordu.

Bediüzzaman Hazretlerinin Urfa’dan çıkarılmak istendiğini haber alan Urfa’lılar galeyana gelir ve ilgili yerlere müracaat ederler. Doksan yaşına yaklaşan bu ihtiyar ve hasta aziz misafire reva görülen bu muameleyi öğrenen Demokrat Parti İl Başkanı Mehmet Hatipoğlu hemen emniyete gelir ve emniyet müdürüne sertçe çıkışır: “Ne oluyor? Eğer Bediüzzaman Hazretlerini buradan bir yere çıkarırsanız, karşınızda beni bulursunuz! Bir kılına halel gelmeyeceği gibi, buradan bir adım bile attıramazsınız! Kendisi bizim misafirimizdir.” Emniyet Müdürünün “Efendim, üstten vekâletten emir var, derhal geldiği yere geri dönecek!” demesi üzerine Hatipoğlu “Nasıl döner? Şiddetli hasta ve kıpırdayacak halde değil. Çok muhterem bir zâttır, misafir olarak buraya gelmiştir, bu kadar tazyike lüzum yok” der, ama emir kulları diretirler “Efendim Ankara’dan gelen emir çok şiddetlidir ve kat’idir. Derhal dönmesi icabeder.” Anlaşılması zor olan bu ısrar Hatipoğlu’nun sabrını taşırır, hiddetlenerek tabancasını masaya dayar! Gösterilen bu kahramanca tavır, inanıyorum ki ebedlere kadar unutulmayacaktır! (Bu vesileyle Urfa ve Urfalılara binler selâm ve sevgiler…)

Bu baskı sürerken Bediüzzaman, 23 Mart 1960 günü, İpek Palas Otelinin 27 numaralı odasında, sabaha karşı ötelere pervaz eder. Hayatı boyunca dayanılması güç acı ve baskılara maruz kalmasına rağmen destanlara sığmayacak bir ömür süren Bediüzzaman, arkasında maddî olarak: Bir demlik, birkaç bardak, eski bir gömlek, yamalı bir cübbe, sarık, misvak, biraz çay-şeker ve 10 lira… Manevî olarak ise: Asrını ve asrımızı biiznillâh aydınlatabilecek 6000 sayfalık Risâle-i Nur Külliyatı ile milyonlarca Nur talebesini/Kur’ân şakirdini bırakarak çok sevdiği Mevlâ’sına kavuşur…

Büyük bir cemaatle kılınan namazdan sonra Bediüzzaman, Halilürrahman Dergâhında kendisine ayrılan türbeye defnedilir. Bediüzzaman’ın âhirete olan yolculuğunu duyan dost ve talebeleri yurdun dört bir yanından gelerek ziyaret ediyor, duâlar okuyor, hatimler indirerek gıyabî cenaze namazı kılıyorlardı.

Bir şefkat kahramanı

Hayatı boyunca Anadolu insanının, İslâm âleminin kısacası bütün insanlığın iki cihan saadetine zemin hazırlama gayretinde oldu. Bütün ömrü boyunca mücerred yaşadı. Ali Ulvi Ağabeyin ifadeleriyle: “Bir yuva kurmak ve orada mes’ud bir aile hayatı geçirme sevdasına düşmeye vakit ve fırsat bulamadı”. Aslında o, daha çocuk denecek bir yaşta mücerred kalmak ve ömrünü yüce bir dâvâya vakfetmek hususunda Rabbine bir söz vermiş ve bu sözünden de asla dönmemiştir.

“Gözümde ne Cennet sevdası ve ne de Cehennem korkusu var! Kur’ân’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem. Milletimin imanını selâmette görürsem Cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Zira vücudum yanarken gönlüm gül-gülistan olur” sözleri o­nun nasıl yüksek ve yüce bir ruha sahip olduğunu göstermeye kâfi ve vâfidir zannederim. Hiçbir Müslümanın gıybetini yapmamış ve yaptırmamıştı. “Muhabbete muhabbet, adavete adavet”, bir başka deyişle “sevgiyi sevip, düşmanlığa düşman olma” yolunda oldu. Kendisine ve talebelerine hakaret edenlere, idamlarını isteyenlere, işkenceli bir hayatı çok görenlere beddua dahi etmedi.

Hizmetine karşılık insanlardan hiçbir şey beklemedi. Yalnız ve yalnız Allah rızası yolunda oldu. Hatta, yukarıda da ifade edildiği gibi Cennet sevdası, hayaline dahi giremedi. Nerede kaldı ki maddî bir menfaat beklesin! Uçurumdan ayağı kayarak düşer ve ölüme doğru hızla giderken dahi Cennet beklentisi içinde olmamış, zira kelime-i tevhidi haykırmak lâzım gelen o anda sadece “EYVÂH! DÂVÂM” diyebilmiştir. Dâvâsındaki samimiyetin, en muhtaç olduğumuz şu günlerde, denizden damla mesabesinde dahi olsa bizlere de aksetmesini dilerim.

Ey aziz Üstad!

Belki, Nurları, dâvânı, Seni hakkıyla anlayamadık… İstediğin gibi olamadık… Çeşit çeşit istibdat yollarımızı kesti… Yollarda takılıp kaldık… Nice badireler atlattık… Şeytana parmak ısırtacak nice muameleye maruz bırakıldık… Dünyanın dört bir yanına, belki de Kâinatın her köşesine ve en uç noktasına kadar iman hakikatlerini ulaştırmak gerekirken bunu bihakkın yerine getiremedik… Fakat hep bu duygu ve düşünceyi, bu ideâli taşıdık gönüllerimizde… Mazeretler ardına sığınmak bize yakışmaz… Ama devlerin yükünü karıncalar çekemez ki! Yüce Rabbimizden dileriz ki bu büyük dâvâyı hakkıyla temsil edecek insanların, kutlu gönüllerin sayısını arttırsın ve bizleri de öylelerden eylesin!

Söz veriyoruz

Ülkemiz ve milletimiz üzerindeki kara bulutların dağılması; ayyıldızlı bayrağımızın dalgalanması; asırlık dertlerimizin son bularak birlikte, kardeşçe, insanca yaşayabilmemiz; hem dünyamızın, hem de âhiretimizin Cennetlere dönmesi için… Hayatını feda ve vakfettiğin bu hizmeti ve ehemmiyetini her geçen gün biraz daha anlıyor… “Nurları”, imana ve huzura muhtaç gönüllere ulaştıracağımıza; emniyet ve âsâyişin gönüllü muhafızları olacağımıza; dünyevî sebeplerle, siyasî cereyanlarla tefrikaya düşmeyeceğimize; açmış olduğun Muhammedî ve Kur’anî çığırda tereddüt etmeden peşinden gideceğimize ve geri dönmeyeceğimize; maddî-manevî hiçbir şey beklemeden hizmet edeceğimize; bu milletin, İslâm âleminin ve bütün bir beşeriyetin daima mutluluk ve huzuru için çalışacağımıza; şer odaklarının alçakça tahrik ve teşvikleri sebebiyle mağduriyet ve mazlumiyetlere dûçar olsak dahi küsmeden, darılmadan yolumuza devam edeceğimize, hiçbir zaman intikam duygusu taşımayacağımıza ve asla gönül koymayacağımıza, tam bir muhabbet fedâisi gibi davranacağımıza; defaatle söylediğin gibi sadece ve sadece rıza-i İlâhiyi esas maksat edeceğimize, en azından karınca misali bu yolda olacağımıza Rabbimiz ve tarih önünde söz veriyoruz… Tıpkı “Allahım! Yok mu bir talebem?” dediğinizde, Size gösterilen Tahirî gibi… “kâinata değişmeyeceğiniz Zübeyr gibi…” Hulusî bey ve emsâli gibi…

Gönüller o­nun mezarı

Evet, doksan seneye yaklaşan bereketli ve semeredar ömrüyle, çağımızda adeta bir Asr-ı Saadet Müslümanı örneği sergileyen Bediüzzaman Hazretleri bir mübarek zaman diliminde, Ramazan’ın yirmibeşinde, Bayram’ın (ra) nöbetinde, İbrahimî diyar Urfa’da çok sevdiği Mevlâsına kavuşmuştu. O, eceli bir terhis tezkeresi ve ölümü ise milyonlarca dost ve ahbaba götürecek, ulaştıracak bir vesile ve vasıta biliyor; kabir kapısına ağlayarak değil, gülerek giriyordu. Aslında Yunus’un dediği gibi “âşıklar ölmez” idi… Zira, o­nlar ömürleri boyunca hep ilâhî bir şarkıyı, bir ölümsüz besteyi mırıldanır ve sonra da kendileri, dillerden düşmeyen bir Kutlu Beste haline gelir, böylece ölümsüzlüğe ererlerdi…

Bediüzzaman’ın vefatından iki ay sonra 27 Mayıs 1960’da bir hükümet darbesi olur… Millî Birlik Komitesi hükümeti, ilk iş olarak geniş çaplı tevkifler başlatır ve Demokrat Partinin ileri gelenleri Yassıada hapishanesine gönderilir. Ve yine bu uğursuz dönemde İslâm dünyasının asırlardır hasret kaldığı istikamet, iffet ve şecaatın çağımızda en büyük temsilcisi olan fakat doksan seneye yaklaşan koskoca bir ömürde bir türlü rahat yüzü gösterilmeyen Bediüzzaman Hazretlerinin de kabrinin nakledilmesine karar verilir… Kanunî prosedürü de ihmal etmeyen ihtilâl komitesi, Bediüzzaman’ın Konya’da yaşayan kardeşi Abdülmecit Nursi’den bir nakil dilekçesi alarak, 12 Temmuz 1960 gecesi Urfa’daki mezarını kırdırır. Bediüzzaman’ın naaşı askerî bir uçağa konularak Afyon askerî havaalanında indirilir ve oradan da yerini Abdülmecit Nursî’nin de bilmediği bir yere götürülür. o­na işkenceli bir hayatı dahi çok görenler, şimdi de mezarında rahat bırakmıyorlardı…

O, aziz Ispartanın yamaçlarında! Bayram (ra) yine nöbettar… Ama yıkılmış mezarı, benim ve gönüldaşlarımın boynunda bir yük olarak durmaktadır. Bunu böyle biliyor ve iki büklüm oluyoruz. Fakat gönüllerdeki sevgisi, o­nu anlama ve ideallerini gerçekleştirme gayreti taşıyan gözleri sürmeli kudsîlerin varlığı bu ıztırabımızı dindiriyor. Mezarı yıkık ve meçhul olması, o­nun büyüklüğüne ve gönüllerdeki mevcudiyetine hiçbir zarar vermemekte… Çünkü mezarı gönüller olan yüce bir ruh, bir sürü insanın yerli yersiz istek ve ihtiyaçları için daima rahatsız edecekleri bir kabre ihtiyaç duyabilir mi? Said Nur, gittikçe daha da büyük bir hasretle anılır ve sevgisi ziyadeleşirken, karşısındakilerin, mezar yıkıcıların her geçen gün biraz daha küçülüp tarihin çöp sepetinde unutulmaya mahkûm oluşları aslında çok şey ifade etmekte ve sevginin bir gönül işi olduğunu bir kez daha göstermektedir. Zorla sevgi, zorla güzellik olmaz ki!

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*