Günahlarımızı sevaplarla yok edelim

Şehl bin Abdullah’a biri gelerek:

“Evime hırsız girdi. Eşyalarımı çaldı.” diye şikâyet eder.

Sehl bin Abdullah:

“Sen Allah’a şükret!” der. “Şayet hırsız olan şeytan, kalbine girip imanını çalsaydı, o zaman ne yapacaktın?!”

Kalbimiz, ah kalbimiz… Beraber olduğumuz hâlde unuttuğumuz yanımız.

Kalbimiz o kadar önemli ki, hiç ihmale gelmiyor. Tadı tuzu değişiveriyor hayatın hemen. Oysa ibadetten bir nebze, bir yudum tatsa, içse, birden değişiyor kalbimiz. O güçlü yanımızdan çok az istifade ediyoruz.

Ne güzel der Hz. Ali (ra):

“Elbiseleriniz eski de olsa, kalpleriniz yeni ve temiz olsun.”

Kalbi yenilemek ve temizlemek, Allah’ın emirlerini ve dediklerini yapmakla, yerine getirmekledir. Başıboş bir kalp, sahibine zarar verir. Kalbimizin zaafı, şeytana bir dâvetiyedir. Duygular merkeze çekilmedikçe, kalbin etrafında kümelenmedikçe ve yapılması gerekenler öne ve başa alınmadıkça, pişmanlık hep aynı kalmaya devam edecektir.

Yaptığı kötülüklere pişmanlık duymaması ve kaçırdığı iyiliklere üzülmemesi, kalbimizin zayıfladığının işaretleridir.

Kalpler ancak ve ancak Allah’ı anmakla tatmin olur. Kalp, ancak o zaman kalp olur.

Beden kalıbımız, kıvamını güçlü bir kalple bulur.

İnsanlık tarihini alt alta, üst üste, yandan, ortadan nasıl toplayıp nasıl çarparsanız çarpın, en başta gelen problemi budur. Kalpler güçlüyse, huzur vardır; kalpler zayıfsa, belâlar ve musîbetler çoktur.

Yaratıcısıyla irtibata geçememesi ya da onun emirlerine karşı lâkayt kalması, kalbi ilâhî nurlardan mahrum kılıyor. Sonra duygular yerini şaşırıyor ve insan aldanıyor, oyalanıyor. Ayakkabılar buzdolabından çıkıyor.

Her şey, yerli yerinde gerek.

Kalbimiz, Rabbimizi zikir mahalli ve ayine-i Samed’dir.

Öyle diyor Mevlânâ:

“Kalp aynası saf olmalı ki, orada çirkin sureti güzel suretten ayırt edebilesin.”

Her ne kadar kalbinde iyi bir niyet taşısa da, yapılması gerekenleri hep ertelemesi insanın, bu çağın ve bütün zamanların en baş hastalığı.

Yaptıklarından rahatsızlık duyması, pişmanlık duyması, bu da bir mertebe tabiî. Halini beğenmemek, şüphesiz bu da küçümsenmeyecek bir merhale.

Evet, dert, hastalık belli. Deva da belli. Yapılması gerekenleri öne almalı, başa geçirmeli ve bunu böyle bellemeli insan. Bunun dışında bir huzur kapısı yok çıkacağımız. Bu kapı, dar bir kapı da olsa, zahmetle dolu da olsa, arkası ferah ve fahur. Geniş zannedilen kapılar, şuursuz kalabalıklara açılıyor, pişmanlığın çoğaldığı denizlere, uçurumlara çıkıyor.

İyisi mi, dar gibi gözüken bu kapıdan geçmek…

Varsın, biraz boynumuz eğilsin, belimiz bükülsün secdelerde, kıyamlarda, rükûlarda, kadelerde. Varsın, biraz kavrulsun, yansın, tutuşsun bir yerlerimiz. Yandıkça, tutuştukça kemale erecek ve insan ne için yaratıldığını öğrenecek. O zaman kalbi, Rabbini bildirecek ve böyle bir kalbi yarattığı için Rabbine şükredecek.

Evet, insan bu kâinatın Sahibinin sırrını taşıyor kalbinde. İnancında, azminde, acizliğinde, pişmanlığında, istiğfarında, tövbesinde ve emirlerine uyup dikkate almasında, yaratılışın hikmetini ve sırrını taşıyor…

Kalp Rabbine yakın oldu mu, dertlerden, kederlerden uzak oluyor.

Kalbimiz bir bahçe gibi. Bakımını yapmaz ve dikkat etmezsek, her türlü zararlı ot ve çalı çırpı bitecektir orada. Küçücük bahçemizde bile bunlarla nice uğraş verdiğimiz mâlûm.

Ya kalbimiz?

Göz açıp kapayıncaya kadar düşmanların istilâsına hazır bir yerimiz.

Kalbimiz, Rabbimize aittir. Onun isimlerinin tecelli yeridir. Her türlü titizliği ve temizliği hak ediyor.

Bakın, şu on iki günlük oruç ile, Ramazan’da emir dinlemek ile, nice rahmete ve hayırlara vesile oluyor. Kalp güçlenince tembelliğin beli kırılıyor, ihmalin kökü kuruyor. Yapılması gerekenler öne alındıkça, kalbimiz şelâleler gibi çağlıyor, feyizlere, ilhamlara mazhar oluyor.

O zaman, kalp nereye, kalıp da oraya…

Dilden kötü bir söz çıkmıyor. Ayaklar yanlış yere gitmiyor. Gözler haramlara dalmıyor. Gıybetler, suizanlar, malayani şeyler hayatımızdan uzaklaşıyor. Bedenimiz yetmiş yaşında da olsa, kalbimiz taze bir genç gibi duruyor.

Kalbinin kıymetini bilene, Rabbi de nimetlerinin kıymetini bildiriyor. Kalbi Rabbiyle olanın hâli bir başka oluyor. O insanın, o kalbin tadına doyulmuyor. Gözünden ibret saçılıyor, dilinden hikmet dökülüyor.

Rabbini kalbî seveni(n), o kalbi yaratan Rabbi sevmez mi?

Hazine mi arıyorsun? Kendi kalbine yakın ol. Kendi kalbine dost ol.

Belki bir ömür yetmez geçmişteki hataları telâfi etmeye. Rabbimiz bunu bildiği için bir gece koyuyor Ramazan’ın içine ki, “Bin aydan hayırlı” diyor. Seksen üç yıllık bir ibadete denk tutuyor. Günlerini, aylarına böldüğümüzde, neredeyse iki buçuk yıllık bir manevî ibadetin özünü taşıyor her bir Ramazan günü. Altın saatler sunuyor… Kaçırılmaması gereken altın zaman dilimleri…

Biz Allah’ın emrettiği şeyleri öne almaya çalıştıkça, nefsimiz ve şeytanımız da habire karşımıza çıkacak ve dikilecek: “Şuna da bak, buna da bak. Şunu da oku, bunu da oku. Şuraya da git, buraya da git.” Dikkatimizi kalbimizden, yani merkezden dışarıya kaydırmaya çalışacaklar.

Her söze kulak vermemek gerekiyor. Kalelerdeki nöbetçiler, içeriye girmeye çalışan düşmanlara karşı parolayı sorarlar. Biz de öyle yapmalıyız. Bize ait olmayan fikirlere, düşüncelere ve ayartmalara karşı parolayı sormalıyız.

“Bu teklifte Allah’ın rızası var mı? Allah’ın emrine uygun mu?”

Öyle değilse geri çevirmeliyiz, yüz vermemeliyiz.

Kalbimizi ihmâl edip neler kaybettiğimize şaşanlardan biri de, Ebu Abdullah Belhî.

“Şaşarım o kimseye ki;” der. “Peygamberlerinin izleri var diye Allah’ın evine, Kâbe’ye ve Haremine varmak için sahraları, çölleri ve kırları aşarak oraya gider de, Mevlâ’nın isim ve tecellilerinin izinin bulunduğu yer olan kalbine ulaşmak için nefsini, heva ve hevesini kat etmez. Nasıl olur da nefs çölünü, heva ve heves deryasını aşmaz?”

Kalbimizin güçlenmesi sadedinde yapacağımız her yolculukta bu sözü dikkate alalım. Hayatımıza ve yanımıza katalım.

Pişmanlık her devirde hep aynı. Sadece zaman değişiyor. Gün, yıl, ay, asır değişiyor. Ülkeler, coğrafyalar değişiyor. Ama pişmanlık değişmiyor. İnsanlığın acısı, sıkıntısı, derdi, kederi sanırım burada gizli. Allah’ın yap dediklerini ertelemekte gizli.

Şüphesiz birçok insan ‘yapmayacağım’ diye yola çıkmıyor. Ama bir türlü de yapılması gerekenler yapılamıyor, olmuyor.

Neden?

Demek ki, bir yerlerde aldatılıyoruz. Açık kapılarımız var ki, düşmanlar oradan içeriye giriyor.

Rahmetli Selahattin Şimşek’in ifadesiyle:

“Gönüllerinde gizli bir kabul taşımayanları hiç kimse aldatamaz. Aldananlar, aldatanların suç ortağıdır.”

Kalbin açık kapılarına dikkat!..

Pişmanlıktan zevk almak mümkün değil. Vicdanın üzerinde ve kalbin içinde öyle ağır bir baskı meydana getiriyor ki, insan buna dayanamıyor, çatlayacak hale geliyor.

Ama her şeyi yerli yerine koyduğunda, yapılması gerekeni öne aldığında, taşlar yerine oturduğunda, derin bir nefes alıyor. “Oh…” diyor. Şükür ki, Rabbimin istediği tarzda yapmışım ve huzuru bulmuşum.

Evet, pişmanlığın çaresi, önce onu yüreğinde yaşamak, sonra da Allah’ın emrettiği gibi en önemliyi en başa alıp hayatı yeni baştan kurmak, vakti kuşanmak ve doya doya yaşamak…

Pişmanlık hep aynı.

Pişmanlığın çaresi, devası da hep aynı. Ya Allah için yapmak ya da yapmamak. İşte, bir yol ayrımındadır insan. Oruçla, ibadetle doğru yolu seçer. Ve bıçak gibi keser pişmanlığın acılarını. Huzuru seçer, kulluğu, hürriyeti seçer.

Allah’ın emrine uymakta, kalbe özgürlük vardır. Ona uymamakta kölelik vardır. Pişmanlık, bu köleliğin içimizdeki kurtuluş naralarıdır.

İnsanın Allah katında kredisi çok yüksek. Yeter ki, pişmanlığı yüreğinde hissetsin. Yeter ki, rotasını, yönünü Rabbine çevirsin. Bunun için günlere, aylara ve asırlara ihtiyaç yok. Bir âna ihtiyaç var, bir âna… Niyet edip o yöne, Allah’ın emrettiği istikamete doğru adımını atmaya başlaması, yönünü, kalbini oraya ayarlaması, her şeyin yeniden başlaması için yetiyor.

İşte Ramazan ve oruç bize bu ayda böyle bir imkân sunuyor.

İşte size bir ömür yetecek kadar müjdeli bir sahabe sözü…

Ebu Ubeyde bin Cerrah (ra) buyuruyor ki:

“Geçmiş günahlarınızı yepyeni sevaplarla yok edin. Sizden biri, yerle gök arasını dolduracak kadar günah işlese ve sonra samimî olarak tek bir iyi iş yapsa, o tek hayırlı iş, bütün günahlarının üstüne çıkar ve onları ezer.”

Hazreti Üstadımız’ın kalplere şifa, ruhlara deva olacak şu cümlesine kulak verelim:

“Hem bâzan olur ki, bir tek kelime, bir tek tesbih, öyle bir saadet hazînesini açar ki, altmış sene hizmetle o açılmamış. Demek bâzı hâlât oluyor ki, bir tek âyet Kur’ân kadar faide verebilir.” (Sözler, 314)

“Ey Allah’ım! Gaflet hâlinde canımı almandan veya gaflet içerisinde bırakmandan ya da beni gafillerden biri yapmandan Sana sığınırım.”

Hz. Ömer’in (ra) duasına biz de “Âmin” diyelim ve Ramazan’ın ortasındaki mağfiret günlerinin kıymetini bilelim.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*