Hadiselere ibretle bakıp ders almak

İstanbul’a gidip de Ayasofya ve Süleymaniye camisini görmemek olmaz. Zira orada harika bir san’at, itina ile işlenmiş bir eser, nakışlarla süslenmiş muhteşem bir yapıyı, hayretlerle ve takdirkâr bakışlarla izleyip seyretme imkânına kavuşacaksınız.

Süleymaniye cami-î, Mimar Sinan’nın zekâsının ve mimarlığının en güzel, en harika, en mükemmel san’at örneklerinden bir tanesidir.

İnce hesaplarla, mimarî dehâ ürünü olarak yerleştirilen bir sistemle; hoparlör ve mikrofona ihtiyaç duymaksızın, sesler caminin her tarafından eşit bir şekilde müthiş bir akustike* sahip olduğundan, her köşeden rahatça duyulabilmektedir. Mimar Sinan, içtiği nargilenin fokurdama sesi üzerinden bunu tesbit etmiştir.

Bildiğim kadarıyla cami bir kaç bin çıra ile aydınlatılırdı. Bu çıraların isleri hiç bir zaman kubbeye kadar çıkmazmış. Zira belli bir yükseklikten sonra, Sinan’ın düzenlediği bir is kulesi ile; o isleri, bir mıknatıs misalî kendine doğru çeker ve orada toplanırmış. Ve biriken o islerden de ayrıca, en kaliteli mürekkep elde edilirdi.

Çimento ve demirin kullanılmadığı ve sade taşlardan yapılan bu harika eser; bunca zaman aşımına rağmen, depremlerde yıkılmaması ve hasar görmeden ayakta kalabilmesi takdire şâyandır. Bu eserin süslü, işlemeli, nakışlı taşlarını seyredip de nakkâşını, san’atkârını, koca mimarını görmemek, hayranlıkla alkışlamamak, nankörlük olmaz mı?

Süleymaniye, o muhteşem plân ve işçiliği ve zarif nakışlarıyla, Mimar Sinan’ı bize gösterir, hatırlatır, tanıttırır. Takdir edersiniz ki, Süleymaniye caminin üstünde kanatlarını süzerek uçan bir güvercinin kanatlarının bir tek tüyü kadar bile san’atlı değildir o Süleymaniye.

Zira, ülfet peyda ettiğimiz için, o güvercin gibi daha nice muazzam süslü, nakışlı ve sayısız hikmetlerle yaratılmış, kartallar, martılar, şahinler, serçeler, kelebekler, böcekler ve daha nice kanatlı hayvanlar vardır.

Bu âyet, aynen bu noktaya dikkatleri üzerine çekerek şöyle demiştir: “Üzerlerinde kanatlarını çırparak uçan kuşları (hiç) görmediler mi? Onları (havada) Rahmân olan Allâh’tan başkası tutmuyor. Şüphesiz O, her şeyi görmektedir.”(1) buyurmuştur.

Kuşlardan, uçmaktan bahsederken; söz, sözü çağrıştırdı uçağı hatıra getirdi.

Allâh Te’alâ, bütün uçan kuşlara havada süzülerek uçabilmeleri ve havada kalabilmeleri için; öyle düşündürücü bir donanım vermiştir ki, kanatlarına hafif mi hafif tüyler giydirmiş, bir şemsiye misâli açılıp kapanır bir mekânizma, o hafif tüylerin bağlı olduğu kanalcıkların içi de boştur ama, o kuşun vücudunu havaya kaldıracak ve taşıyabilecek kadar da bir güç, kuvvet vermiştir.

Yine diğer kanatlı tüylü hayvanlardan ördek ve kazların kuşandığı tüylerin güzelliğine bakınız! Avlandıkları bulanık, çamurlu suların kirleri onlara asla bulaşmaz, her zaman pak ve tertemizdirler. En dondurucu buzlu sular bile onları hiç etkilemez. Çünkü tüyleri, buzlu camlarda olduğu gibi; soğuğu ve ısıyı geçirmeyecek şekilde dizayn edilmişlerdir. Ve keza kanatları en hafif, ama diğer yandan da, en güçlü koruyucu kalkan gibi görevlerini ifa ederler.

Görüldüğü üzere Allâh, her canlı için yaşayabilecekleri ortamlarda uyum sağlayabilecek şartları da beraber hazırlamış, yaratmıştır. Örneğin; kutuplar, yaşama elverişsiz kabul edilirken; oralarda iklim şartlarına uyumlu, bazı hayvan ve bitkilerin yaratıldığını da görüyoruz. Meselâ bir kutup ayısı. Kürkü tamamen beyaz tek ayıdır. Eksi 50° derecede yaşayabilecek şekilde kürkü ve derisi dizayn edilmiştir. Havalar biraz ısındı mı, buz banyosu yapar. Ayak tabanları buzlar üzerinde kaymadan yürümesini temin etmek üzere, kürklerle kaplıdır. Etle beslenir. Genellikle yine kutuplarda yaşayan fok balıklarını yer. 30 kilometreden fokların kokusunu alabilecek kadar, güçlü bir koku alma duyusuna sahiptir. Adeta çelikten yapılmış sert bir kafa yapısına sahiptir. Acıktığı zaman, kafasını bir balyoz gibi kullanarak o buzları kırarak delikler açar ve fok balıklarının çıkmasını bekler. Fok o delikten dışarı çıkar çıkmaz kolaylıkla onu avlar ve afiyetle yer. Kutuplarda, buzulların içinde o hayvanı yaratan Allâh, rızkını da göndermez mi? Ve Allâh Kur’an’da, Hud suresi altıncı âyet’te; “Yeryüzünde bulunan bütün canlıların rızkı Allâh’a aittir” buyurmuştur.

Kutup sumrusu, bir kuş çeşidi olup, o da kutuplarda yaşar.

Misk öküzü; buz kütleleri üzerinde topluca yaşarlar. Bu öküzler aynı zamanda mükemmel yüzücüdürler. Bu soğuk iklimde yaşayan bir kutup tilkileri de vardır ki, bunlarda, aynen kutup ayıları gibi beyaz renklidirler. Bunlarda, kutup ayının fok balıklarından yediklerinden arta kalanlarını yerler. Bir de o iklim şartlarında yaşayan ren geyikleri mevcuttur. Bunlar, insanlar tarafından evcilleştirilebiliyorlar. Kazak ve yük taşımacılığında kullanılabilmektedirler. Bir de bitkilerden kar çiçekleri vardır ki, o soğuklarda bütün bitkiler yanarken, kururken bu kar çiçekleri yeşerip filizlenerek harika, güzel mi güzel çiçekler açmaktadır. Bu fevkalade olay, Allâh’n kudretini göstermeye yeterdir, zannederim.

Bütün bunları niçin yazdım, biliyor musunuz? Allâh’ın âzametini ve rubûbiyetini nazara vermek için ki; Kâinat’ta her bir varlık, her bir canlı için, uygun yaşam ortamları hazırlanmıştır. Her birine uygun rızklar, kendisini koruyacak kadar savunma mekanizmaları ve uygun iklim şartlarında yaratılmaları ve yaşamlarındaki insicam ve harika mükemmel bir intizamı müşahede ediyoruz. Arabistan’da ki bir deve bulunduğu ortama, tabiat şartlarına uygun yaratılmıştır. Yukarıda dile getirdiğimiz gibi; kutup ayısının ayaklarının altına, buzlarda kaymamak için kürk giydirilmişken; devenin kumlara batmaması için ayaklarının tabanları geniş ve süngerimsi yaratılmıştır. Kutup ayısı, sıcak çöl ikliminde yaşamayacağı gibi; deve de kutuplardaki buzullarda yaşayamaz. Demek ki, her hususta icra edilen bu mükemmel sistem ve düzenden haberdar olan, gören, bilen, kudret sahibi birisi vardır ki; O’da Zat-ı Zülcelâl, bütün kâinatın hâlık’ı, Cenab-ı Allâh’tır. O’ndan gafil olmak, divanelik olsa gerek.

Her şeyin güzel yanlarını görmek ve üzerinde tefekkür etmek gerekir. Bu doğru tefekkür, insana bir iç huzur ve sürur kazandırır. Zira, “Güzel gören, güzel düşünür. Güzel düşünen hayatından lezzet alır.” Sözü, hafızalardan silinmez bir deyim olarak yerleşmiştir.

Bu havada uçan kuşları örnek alan insanoğlu uçağı icat etmiş ve aynen o kuşlar gibi, uçakta hafif malzeme kullanmışlardır. Ve havada uçabilme yolunu ilk defa açan da; Hz. Süleyman olmuştur. Kur’an’da belirtildiğine göre; Cenab-ı Allâh O’na havayı musahhar ederek emrine vermiş ve iki aylık mesafeyi bir anda uçarak kat’etmiştir. Buna işaret eden ilgili âyet ne kadar da enteresandır; “Rüzgarı da, Süleyman’a boyun eğdirdik ki, sabahtan bir aylık, öğleden sonra da bir aylık yolu tayeran ile (yani uçmak suretiyle) bir günde kat’etmiştir.”(2) der.

“İşte bunda işaret ediyor ki: Beşere (insanoğluna) yol açıktır ki, böyle bir mesafeyi kat’etsin. Öyle ise ey beşer! Madem sana yol açıktır, bu mertebeye yetiş ve yanaş. Cenab-ı Allâh, şu âyetin lisanıyla manen diyor: “Ey insan! Bir kulum heva-i nefsini terk ettiği için havaya bindirdim. Siz de nefsin tembelliğini bırakıp, yaratılış dünyasında, varlıkların ve olayların bağlı bulunduğu ve sürekli onları düzenleyen Allah’ın kanunlarından güzelce istifade etseniz; siz de binebilirsiniz”(3) demektedir

Allâh, beşerin kirli eli karışmamak kaydıyla her şeyi sağlam yaratır,” güzel yaratır” (4) her şey yaratılışı itibariyle güzeldir. Kâinatta güzellik unsuru, her şeyin özünde mevcuttur. Zira her şeyde plânlı bir güzellik işlemektedir. Bunun tesadüfle olmayacağı bellidir.(5) ve bu işler ancak bilen ve inceliklerinden haberdar olan birinin işidir. Her şeyde, hatta en çirkin görünen şeylerde bile, hakiki bir güzellik tarafı vardır. Apaçık görülüyor ki, kâinatın yaratıcısı, hem kudretinin ve hem de san’atının misilsiz güzelliğini teşhir ediyor, nazarlarımıza sergiliyor. Çünkü dünyada sadece ihtiyaçlar karşılanmıyor, bir de bütün güzelliğiyle, her şey muazzam tezyinatıyla, süslü yüzleriyle müşahede ediliyor.(6) Onun için kâinatta gördüğümüz güzelliği, aklımızın ortaya koyduğu bir vehim olarak kabul etmek doğru değildir.

Sabit bir kanuna tabî, gizli bir nisbet bir münasebetten meydana gelen bu güzelliklerin gerçeğini de yaratan Allah’tır. Bir kar tanesinden tutun, en küçük unsur ve bileşiklerinden, galaksilere, yıldızlara, güneşlere kadar billur gibi çizgileri son derece uyumlu bir düzen içindedir. Ressamlar bile bu manzaraların insicamı karşısında, duydukları hayranlık hissi ile, bunları sadece taklid ederler. Kâinatın yüzündeki güzellik, bunları yaratan Cemil’i gösterdiği gibi, O’nun güzel eserlerininde takdir, tahsin ve ilânını da gerektirir. Nitekim Allâh Cemil’dir, Cemalî sevendir.

Cenab-ı Allâh, insanda öyle bir donanım yaratmıştır ki, insanın manevi yükselişine her hangi bir sınır koymamıştır. İnsan bu hissiyat ve donanımla, kâinâtı geride bırakan sonsuz bir irtifa ve mertebeler elde edebilir. Allâh Te’al’a, çoğu zaman evrende ve tabiat’ta cereyan eden olaylardan; âyet diye bahseder.

Bu olaylara karşılık olarak da; insanların, bazı prensipler dahilinde, analiz edebilme, düşünebilme, bilgileri toplayıp sentezler kurabilme ve hiç bir etki altında kalmadan özgürce düşünerek, düşündüklerini de tam bir güven duygusuyla ifade edebilmelidir.

Bu meyânda şu âyetler göze çarpmaktadır: “İşte biz âyetlerimizi aklını kullânacak bir kavim için böylece açıklıyoruz.”(7) buyrulmuştur.

Evet Allâh, insanı gözlemlediği olaylar üzerinden düşünmeye sevk eder, dâvet eder. Meselâ, insanların öldükten sonra nasıl diriltileceklerine dair şöyle buyurur: “Ölüden diriyi, diriden de ölüyü O (cc) çıkarıyor. Yeryüzünü, ölümünün ardından O canlandırıyor. İşte siz de (öldükten sonra) böylece çıkarılacaksınız (diriltileceksiniz)”(8) buyurmuştur.

Görüldüğü üzere, öldükten sonra dirilmenin aklın kabul edemeyeceği bir şey olmadığını, yeryüzünde, özellikle kış mevsiminde tamamen kurumaya yüz tutmuş bitkilerin, ağaçların baharla beraber yeniden canlandığını; bunun sürekli bir yenilenme ve ölmenin, düzenli bir devr-i dâim içinde cereyan ettiğine işaret ederek anlatmaktadır. Dolayısıyla, sürekli ölme ve dirilme olaylarına sahne olan yeryüzüne, bir kez bile ibretle bakmak, Allâh’ın kudretini kavramak için yeterli olacaktır.

insanın yaratılışı konusunda, İslam’ın özel bir bakış açısı, özgün bir görüşü vardır ki, ne öncelenmiştir ve ne de beşerî tarihsel çalışmalardan kaynaklanmıştır. Bu görüş hem tekâmülü, hem uyumluluğu hem de hayat ve insan ruhunun bütün yönlerine müstakil bir görüş niteliğindedir. Kapsamlı oluşu, derinliği ve dengeli oluşuyla karakterize olan bir görüştür bu görüş.

Zira insana şu gözle bakmaktadır: İnsan beşerî bir varlıktır, onu diğer canlılardan ayıran ve özel kılan, ona özgü vasıflara sahip olmasıdır. Onu, Allâh yaratmıştır. Bu özelliğin, insanoğlundaki bakiyesi tertemiz bir fıtrattır. Ve bu fıtrat; Allâh’ın elçilerinin tebliğ ile yükümlü oldukları, üstün hüccet ve Allâh’a ulaştıran, deliller eşliğinde takip ettikleri yolun başlangıcıdır.

Kur’an, indiği dönemde bilinmeyen, ama daha sonra vuku bulacak gaybî haberleri içermesi de, O’nun mu’cizelerindendir. En küçüğünden en büyüğüne kadar, evrene yayılmış gerçeklere işaret etmiştir. Ve bu gerçekler, bilim ve teknolojinin ilerlemesinden, içimizdeki ve dışımızdaki dünyaya ilişkin keşiflerden sonra; şimdiki çağda ortaya çıkmıştır. Ortaya çıkan bu gerçekler, Kur’an ve sünnet metinleriyle uyum içerisindedir.

Bu gün biz, Kur’an ve Sünnet’te embriyoloji bilimine ilişkin bazı bilimsel araştırmalar ve sonuçlarını sunmaya çalışıyoruz. Elde edilen bu hakikatlar; Hz. Muhammed’in, Allah’ın elçisi olduğuna, Rabbi tarafından gönderildiğine ve Kur’an’ın O’na vahyedilen Allâh kelâmı olduğuna şahitlik eden mu’cizelere ve gerçeklere değinmektedir.

BİR ÂYET:

“Şüphesiz, Allâh katında canlıların en kötüsü, düşünmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.”(9)

Dipnotlar

(*) Akustik: Ses bilimi. Bilim adamları sesi ve insanın nasıl işittiğini incelerler.

(1) Mülk 67/9
(2) Sebe 34/12
(3) Sözler, s.255
(4)Secde 32/7
(5) Seyyid Kutub, Fî Zilâli’l-Kur’ân XXll, s.129
(6) Saffat 37/6,Fussilet 41/12. Nahl 16/8.
(7)Rûm 30/28
(8) Rûm 30/19
(9) Enfâl 8/22

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*