Haydi salaha, haydi felaha

Bir evin damından seslendi Bilâl, bütün cihana…

Allah’ın büyüklüğünü, O’ndan başka ilâh, O’ndan başka ibadete lâyık Rab olamayacağını; Hz. Muhammed’in, Allah’ın Resûlü olduğunu ilân etti kâinata Medine semalarından.

Ezanla, insanları İslâm’a ve namaza çağırdı Bilâl.

Dalga dalga yayıldı bu ses semâvâta, zemine…

Daveti duyan Muhammed sevdalısı gönüller, koştular Nebî-i Zîşan’ın kutlu mescidine.

Cefâlı Mekke günlerinden sonra, safalı Medine döneminin başlamasıyla, cemaat ruhu teşekkül eder oldu sahabelerde.

Medine’de Mescid-i Nebevî’nin inşaatı tamamlandı. Müslümanlar bir araya gelerek, cemaatle namaz kılmaya başladılar. Onları mescide çağırmak, daha doğrusu; vakti geldiğinde namaz kılmaya davet etmek için bir yol bulunmalıydı.

Gerçi, sokaklarda “Es-salâh es-salâh” ve benzeri şekillerde bağrışılsa da, bu, yeterli olmuyordu.

Sevgili Resûl’ün buna, arkadaşlarıyla bir usul aradığı sırada Abdullah b. Zeyd b. Sa’lebe ve Hz. Ömer’in (ra) aynı şekilde gördükleri rüya, hüsn-ü kabule mazhar olarak, düşünülen en güzel davet şekli oldu.

Namaz Mekke döneminde farz kılındığı hâlde, Peygamberimizin Medine’ye gelişine kadar namaz vakitlerini bildirecek bir vasıta düşünülmemiş, belki de, cemaatle kılınmadığı için buna ihtiyaç duyulmamıştı.

Yıl, hicrî altı yüz yirmi üç. Hicretin birinci yılı…

Peygamber Efendimiz (asm), Habeşli Bilâl’e “Oku” buyurdular.

Bilâl (ra), Neccaroğullarından bir kadına ait yüksekçe bir evin damına çıkarak Müslümanlığın bir nişanı, alemi hâline gelen ezanı okudu; “Hayye ales-salâh”la insanları Allah’a ibadet etmeye, yani namaza davet ederken; “Hayye alel felâh”la da; kurtuluşa, selâmete, ahiret mutluluğuna çağırdı bütün beşeri.

Haydi salâha, haydi felâha…

Dünya durdukça durarak Cenab-ı Hakkın tevhidini ve Resûlünün risaletini bütün kâinata ilân edecek olan ezan, semâvâtta yankılandı Bilâl’in yanık sesiyle.

Gerçek kurtuluşun ancak namazla olabileceğini ilân eden ezan, Şeâir-i İslâmiye’dir. Yani, bütün Müslümanları ilgilendiren ve hepsinin hissedar olduğu bir meseledir. Dinî hükmü “müekked sünnet” olmakla birlikte, bir bölgede hiç okunmamasına karşı sert müeyyideler bulunduğu için, “Vâcip” veya Farz-ı kifaye” ağırlığında olduğu kabul edilmektedir.

Ezanda büyük bir sevap var.

Bununla ilgili olarak Peygamber Efendimiz (asm), “İnsanlar eğer ezan ile birinci safın üstünlüğünü bilselerdi, sonra bunları yapma imkânı bulamasalar aralarında kura çekerlerdi”1 buyurmuştur.

“Ezanı işittiğiniz zaman, müezzine icabet edin”2 yani, ezanın o lahûtî sözlerini siz de tekrarlayın diyor, Efendimiz (asm).

Gönüller Sultanı (asm), “Ezan sesini işitince vesile duasını okuyan hiçbir kimse yoktur ki, kıyâmet günü bana, onun için şefaat etmek vâcip olmasın”3 buyurmakta ve bize, cihan değer bir ümidin kapısı aralamaktadır. Bir başka hadis-i şeriflerinde ise: “Ezan ve kamet arasında yapılan dua reddolunmaz”4 buyurmaktadır Nebî-i Zîşân.

Eh, dâvet Ondan; icabet, Ona tabi olanlardan.

Dipnotlar:

1- Prof. Vehbe Zuhaylî, İslâm Fıkhı Ansiklopedisi 1 :416., 2- Buhârî, Ezan, 7., 3- İbni Mace, Ezan,4., 4- Tirmizî, Taharet,158

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*