Hızlı tüketilen evlilikler

Modern çağın bir sonucu olarak her şey o kadar hızlı akıp gidiyor ki… Arabalar daha sür’atli, erişim daha hızlı ve her şeye ulaşmak daha kolay… Gün nasıl başlıyor, nasıl bitiyor, fark edemiyoruz… Bu hızlı akış süreci ve zamandaki daralmışlık algısı sadece yetişkinlerin hissettiği ve fark ettiği bir durum da değil. Çocuklar bile zamanın nasıl geçip gittiğini anlayamıyor ve bunu ifade bile ediyorlar.

Ne dersiniz dünyanın dönüş hızı mı, yoksa bizim algılarımız mı değişti, hangisinin hızı arttı. Hangisinin ivmesi değişti? Değişen, hızlanan ve tüketilen sadece zaman değildi. Hayatımız, ilişkilerimiz, duygularımız ve evliliklerimizde bundan nasibini aldı. Her şeyin çabuk tüketilmesi gibi evlilikler de kısa sürede harcanır, tüketilir ve bitirilir oldu.

Boşanma oranları özellikle 1990‘lardan sonra sürekli artış gösterdi. İstatistiklere göre son on yılda boşanma sayısı, önceki senelere oranla üç kat arttı. Bu istatistiklere göre evliliğin ilk beş yılında alınan boşanma kararı, uzun süren evliliklere oranla çok daha fazla görünüyor. Yani ilk beş yılda boşananların sayısı daha fazla…

Peki, ne oldu da ülkemizde ve dünyadaki boşanma oranları arttı? İnsanlar özellikle de ilk yıllarda neden bu kadar çok boşanma kararı alıyor? Değişen nedir? Dünya mı, bakış açımız mı? Hayatı ve evliliği algılayış tarzımız mı?
Modernizmin bir sonucu olarak hızlanan hayat algısı beraberinde tüketimi, sürekli yenileme ve değiştirme alışkanlıklarını da getirdi. Artık neredeyse hiçbir şeyi tamir ettirmiyoruz. Yenisini alıyoruz. Çünkü çoğu zaman daha ucuza geliyor. İsteklerimizi, ihtiyaçlarımızı ertelemek, sonraya bırakmak da istemiyoruz. Taksitle almak, krediye girmek varken neden beklemeliyim ki diye düşünüyoruz. Kolaylığı ve rahatlığı hemen yaşamak varken, biriktirmenin, beklemenin, emek vermenin ve sabretmenin de bir anlamı kalmıyor. Hemen şimdi istiyorum, bekleyemem, sabredemem, çekemem algısı hayatımızın her yanına sirayet etmeye başlıyor. Hemen almamak, değiştirmemek, yıllarca aynısını kullanmak ise demode olmakla ya da geri kalmışlıkla eş değer tutulmaya başlanıyor.

Değişen zaman algısıyla birlikte kişilikler ve öz değer algısı da kimlik değiştiriyor. Şişmiş benlikler dolaşıyor, çevremizde…

Özgüvenli görünmek pahasına, kabarık benlikler besliyoruz içimizde…
‘Usul, asildir’ yerine, ‘hızlı ve değişken olan heyecan vericidir’ düşüncesi siniyor içimize, biz bile fark etmeden…
Karşımızdakini beklemek, şefkat göstermek ve öğrenmesi için zaman tanımak ise enayilikle eşdeğer sayılmaya başlıyor. Dünyevîleşmenin getirdiği kimlik algısı, eski kişilik yapılarına hiç benzemiyor. Diğerini görme, duygularını anlamaya çalışma çabası yerini önce kendini düşünme, önce kendi istek ve ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik taleplere dönüşüyor.
Al, kullan, at yaklaşımı, bir alışkanlık halinde ilişkilere de yansıyor. Kimse diğerinin anlamasını, büyümesini beklemek ve bunun için zaman harcamak da istemiyor. Evliliğin getirdiği birlikte büyüme, birbirini anlamak için diğerine zaman tanıma, bekleme, sevgiyi besleme, fedakârlık duyguları da çok gerilerde kalıyor.

Her şey kadar, belki de her şeyden çok emek ister evlilik… Bazen yıllarca ektiğini, yıllar sonra toplarsın, yıllar sonra hasat alırsın. Ama emeğini yemenin lezzetini de tadarsın beraberinde… Karşındaki insan en az senin kadar farklı ve kendine özgüdür. Onun seni anlaması, kendini ona anlatman ve onun duygusal ihtiyaçlarını fark etmen bazen yıllar alır. Hemen olsun, bitsin, istediğim gibi olsun, benim istediğime uysun demek işi zorlaştırır. Zora sokar. Boşanmaların birçoğu da, ilk yıllardaki bu tarz kişilik çatışmalarından kaynaklanmaktadır. Her iki tarafta sürecin kendi istediği gibi olmasını, kendine göre ayarlanmasını istediği için ciddî benlik çatışmaları yaşanmaktadır. Bunu ailelerin beslemesi ve körüklemesiyle birlikte kaçınılmaz son da çabuk gelmektedir.

Kendini ezdirmemek, hakkını almak ve haklarını savunmak öylesine öndedir ki, şefkat ve merhamet çok gerilerde kalır. Eşler birbirini zaman kadar, zamanın akışı kadar çabuk tüketir. İlk bir sene içinde söylenmeyecek, can acıtan ne varsa hepsi söylenir ve yaşanır. Geriye kalan ise öfke, hırçınlık ve dizginlenemeyen bir saldırganlık…
Her şeyin çabuk tüketildiği bu asırda evlilikler de kısa süreli olmaya başlıyor. En insanî duygular ise, kendini koruma pahasına şişmiş benliklere kurban ediliyor. Her şeyin kolay harcanması gibi evliliklerde kolay tüketiliyor. Sevginin beslemesi gereken yılları, nefsin ertelenemez istekleri harcayıp, ziyan ediyor. İsraf edilen birçok şey gibi duygular da olumsuz yönlerde harcanıyor. İnsanın kendisini de büyüten fedakârlık ve şefkat duyguları, yerini bencil rakip ilişkilerine bırakıyor.

Peki, evlilikler nasıl kurtulur, yaşanan deformasyon nasıl önlenir?
Kaybolanı yerine koymaya, kaybedileni yeniden kazanmaya yönelik bir çaba işe yarayabilir diye düşünüyorum. Öncelikle benlik yerine bizlik, biz olma bilincini beslemek… Benliğin hırsları yerine, biz olmanın şefkatini büyütmek… Beklemeyi, anlamak için anlatmayı, ifade etmeyi, tatlı bir dille söyleyebilmeyi öğrenmek…
Sevmeyi, gurura ve benliğe inat sevgiyi ifade edebilmeyi…
Bedelsiz verebilmeyi…

Olduğu gibi sevebilmeyi öğrenmek…
İnsan tüketmeden sevgiyi üretebilmeyi öğrendiğinde, dünyayı değiştirmeyi de başaracaktır, diye düşünüyorum…
Bunun için de, şartsız sevgiye katılmış bir avuç emek yeterlidir…

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*