Hudeybiye Antlaşması’nın hatırlattıkları

Asr-ı Saadet’te vukua gelen olayları sadece tarihî birer hadise olarak görmek ve yüzeysel bir tarzda okumak doğru ve yeterli bir yaklaşım değildir. Onlarda nice hikmetler ve ders almamız gereken ibretler vardır.

Milâdî 628, Hicretin altıncı senesi Zilkade ayında gerçekleşen Hudeybiye Antlaşması öncesinde, Sevgili Peygamberimiz (asm) bir gece rüyasında hiçbir korku ve endişe duymadan, sahabeleriyle birlikte Kâbe’yi tavaf ettiklerini, bazılarının saçlarını kısalttıklarını, bazılarının da kazıttığını görmüştü.

Bunun üzerine, umre yapmak için Mekke’ye gidileceğini ve kurbanlıklarını hazırlamalarını emretti. Bin dört yüz sahabe ile yola koyuldu. Zü’l-Huleyfe denilen yere geldiklerinde ihramlarını giydiler. Kurbanlık develere işaret vurdular. Niyetleri sadece umre yapmaktı. Kendilerini koruma dışında savaş amaçlı silâhları yoktu. Gönderdiği elçi ile bu niyetini ortaya koydu.
Mekke müşrikleri bu gelişten korktular ve Kâbe’ye sokmama kararı aldılar. Birkaç elçi daha gönderildi, fakat onlar kararlarından dönmediler. Son olarak gönderilen Hazret-i Osman’ı (ra) üç gün hapsettiler. “Öldürüldü” şeklinde haber alınınca Hazret-i Peygamber (asm) buna çok üzüldü. Bunun üzerine, Mekkelilerle savaşmak için bir semure ağacı altında sahabelerinden biat aldı. Bir münafık hariç, bütün sahabeler Allah yolunda savaşmak üzere Resûlullah’a (asm) biat edip bağlılıklarını ilân ettiler. Cenâb-ı Hak da haklarında âyet indirerek derecelerini yükselttiğini haber verdi. Onlara “Ashab-ı Rıdvan” denildi. Peygamber Efendimiz (asm) “Ağaç altında gerçekten biat edenlerden hiçbiri cehenneme gitmeyecektir.” buyurarak onların faziletlerini açıkça beyan etti. Umre niyetiyle yola çıkan, fakat müşriklerin engellemeleri karşısında savaşmayı göze alan Müslümanların bu kararlı tavrı Mekkelileri korkuttu. Süheyl bin Amr’ı antlaşma yapmak üzere Hudeybiye’ye gönderdiler. Süheyl, hem besmele ile başlanmasını, hem de Resûlullah denilmesini kabul etmedi. Sahabelerin bütün itirazlarına rağmen Allah Resûlü (asm) geleceği görerek istenilenleri yaptı. Teklif edilen şartlar da, Müslümanların aleyhineydi. On yıl barış içinde yaşama karşılığı, bu yıl Kâbe’yi tavaf etmeyecekler, gelecek yıl üç günlüğüne gelip tavaf edip dönecekler, Medine’deki Müslümanlardan Mekke’ye iltica edenler iâde edilmeyecek, Mekke’den Medine’ye iltica edenler, Müslüman dahi olsalar, geri verileceklerdi. Dördüncü madde olarak da, Arap kabilelerinden isteyen Peygamberimizle (asm), isteyen de Mekkelilerle ittifak kurmakta serbest olacaklardı. Süheyl’in oğlu Ebu Cendel Müslüman olmuştu. Babası ona çok işkence yapmış ve hapsetmişti. Bir yolunu bulup kaçarak Resûlullah’a (asm) sığındığında henüz antlaşma imzalanmamıştı. Oğlunu teslim almadan antlaşmayı imzalamayacağını söyleyerek bütün ricaları reddetti. Resûlullah (asm) antlaşmaya sadık kalmak adına istemeyerek de olsa Ebu Cendel’i teslim etmek zorunda kaldı. Fakat sonradan bu hadise rahmete vesile olduğu tarihin tasdikindedir.
Müslümanların zahiren aleyhine olan bu maddeler ve Kâbe’yi tavaf edemediklerinden dolayı sahabeler çok mahzun olmuşlardı. Medine’ye dönüş yolunda Cenâb-ı Hak, Fetih Sûresini indirdi. “Biz sana apaçık bir fetih yolu açtık.” ferman ederek, Hudeybiye Barış Antlaşması’nın manevî bir fetih olduğunu haber verdi. Böylece sahabelerin mahzun kalplerini sevindirdi. Gerçekten, iki yıl süren bu barış ortamında her ne kadar maddî kılıçlar kınına girdiyse de, Kur’ân-ı Kerim’in parlak ve elmas gibi değerli ikna kılıncı ortaya çıktı. Savaş yoluyla dize getirilemeyen Halid bin Velid gibi bir harp ve Amr ibnül As gibi bir siyaset dâhisi insanlar, İslâm’ın ikna kılıncı karşısında teslim olup Müslüman olmayı tercih ettiler. Daha sonra büyük sahabelerle omuz omuza gelecek hizmetlere imza attılar. Hudeybiye Barışından hemen sonra Hayber Kalesi fethedildi. İçindeki Yahudiler sürgün edilerek geride bıraktıkları ganimet malları sahabelere taksim edildi. Barıştan iki sene sonra, Milâdî 630 tarihinde Mekke on bin kişilik bir orduyla hiç kan dökülmeden fethedildi. Yirmi senede ancak bin dört yüz olan sahabe sayısı, barış ortamında çok hızlı bir şekilde çoğalmış ve İslâm’ın güzellikleri Arabistan Yarımadasını sarmıştı. Bu bakımdan Hudeybiye Barış Antlaşması, İslâm dini lehine bir dönüm noktası ve manevî bir fethin sembolü olarak yorumlanmaktadır. “And olsun ki Allah, Resulü’nün gördüğü rüyanın hak olduğunu tasdik etti. İnşâallah hepiniz emniyet içinde ve saçlarınızı tıraş etmiş veya kısaltmış olarak Mescid-i Harâma gireceksiniz. Allah sizin bilmediğinizi bilir; onun için, Mekke’nin fethinden önce size yakın bir fetih daha ihsan etti.” âyetiyle Cenâb-ı Hak, Hudeybiye Barışının manevî bir fetih olduğunu haber vermiş olmaktadır.
Hudeybiye Barışından bütün Müslümanların alacağı çok dersler vardır. Her şeyden önce İslâm dininde barış esas, savaş istisnadır. İkincisi; barış demek bütün iddialarından vazgeçip, hâkim gücün karşısında teslim olmak demek değildir. İnandığı dâvâsı uğrunda gerektiğinde savaşı bile göze almak, fakat icabına göre barışı tercih etmek. Zaten bu zamanda dâhilde silâhla cihad etmekten Kur’ân Müslümanları men ediyor. Üçüncüsü; barış ortamında Kur’ân’ın ikna kılıncıyla, imana muhtaç gönülleri İslâm’a ısındırmak ve taklidî imanların tahkik mertebesine yükseltilmesi için olanca gücümüzle hizmet etmek. Dördüncüsü; iman hakikatlerine hizmet noktasında meşrû her türlü teknik imkânlardan istifade etmek ve ruh-u aslîden kopmadan yeniliklere açık olmak. Beşincisi; sahabe mesleği olan Nur Risâleleriyle, dünyevîleştirme projelerine meydan vermemek ve içi boşaltılmış, şekilden ibaret kalmış, ruhsuz bir Müslümanlık tehlikesine karşı sebat ve metanetle, halimiz ve sözlerimizle mücadele etmektir. Bunlar gibi daha birçok dersler çıkarılabilir.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*