Hudeybiye ve sulh zemini

Güven duygusu, kendini emniyette hissedince gelişen ve kişiyi rahatlatan bir duygudur.

Güvende hissetmemenin zıddı korkudur. Korku duygusu, ya da hiss-i havf ise, Bediüzzaman’ın deyimiyle ‘hıfz-ı hayat için verilmiştir.’ (Mektubat, 29. Mektup, 6. Kısım) Hayatını, canını korumak, en temel insanî güdülerdendir ve Maslow’un ihtiyaçlar piramidinde fizikî ihtiyaçlardan sonra gelen temel ihtiyaçtır. İnsan canını tehlikede görürse, sağlıklı düşünemez, akıl devreden çıkar ve güvenli bir yer, ortam bulma ihtiyacı her türlü düşünme melekesini yerle bir eder. Korku, panik, cinnet hali, gerginlik durumlarında, aklı başında gördüğümüz pek çok insanın dengesiz hareketler yaptığına şahit olmamız bu yüzdendir. En tipik örneği deprem anındaki paniklerdir. Kaçıncı katta olursa olsun aşağıya atlayan insanlar, aklın devreden çıkıp panik durumuna geçişin tipik örneğini sergilerler. Bu da yine bize hayatı koruma güdüsünün gücünü göstermesi bakımından manidardır.

Korku ve paniğin yaşattığı bir diğer akıl dışı durum, tarafgirlik ve inattır. Güçlü tarafa meyletme, onu savunma ve üzerinde düşünmeden holiganca sloganlaştırma çabaları, hep altta kalma ve kendini koruyamayacak duruma düşme korkusundandır. Ortada bir savaş ortamı var ise, buradan çıkacak iki sonuç vardır; ya kazanılacak, ya da kaybedilecektir. Savaşı karşıdan izleyen bir savaş muhabiri değil, savaşın içindeyseniz, kazanma ya da kaybetme duygusundan birini yaşayacaksınız demektir. Başka türlü bir şey yaşama, tanıma, öğrenme şansınız yoktur. Aynı şeyi bir futbol maçında da görebilirsiniz.

Asr-ı Saadette Hudeybiye Antlaşması’na kadar geçen sürede Mekkeli müşrikler hep üstün gelme, zafer kazanma ve mücadele zemini içerisindeydiler. Yapılan savaşlar bu anlayışın tezahürüydü. Ama Hudeybiye Antlaşması, görünürdeki şartları Müslümanların aleyhine gibi görünse bile, nihayetinde bir sulh zemini oluşturmuştu. 10 yıllığına hazırlanan ant- laşma 2 yıl sürdü ve barış ortamını, ant- laşma şartları lehlerine olan Mekkeli müşrikler bozdu. Ama enteresan olan şu ki, antlaşma dönemi bir dönüm noktası oldu. Pek çok kabile bu sürede İslâmı araştırma ve Müslümanları gözlemleme şansı bularak müslümanlığı seçti. Çünkü bir sulh ortamı oluşmuştu, kimse kimseye sebepsiz yere kılıç çekmeyecekti ve canları artık güvendeydi. Düşünce ve akıl başa gelmiş, rövanş ortamı bitirilmişti. Müslümanların aleyhine gibi görünen şartlar, tahminlerin aksine lehine olmuş, Müslümanlık büyük bir ivme kazanmıştı.

Korku ve inatlaşma zemini, insana düşünmediğini yaptırtan, hissî, şahsî tatmin alanına dönüşebilen bir rövanş ortamıdır. Sonuç almaya değil, kurulan hegemonya düzenini devam ettirmeye yöneliktir. Hakikî mânâda kazananı yoktur. Kaygan bir zemindir ve sadece güç iktidarının gölgesinde varlığını sürdürebilir. Sulh zemini ise, akılcıdır. İradeyi elden almaz, aklı devre dışı bırakmaz ve korkulardan beslenmez. Öğrenilecek bütün duygulara, çıkarılacak derslere açıktır.

Kazanan – kaybeden, haklı – haksız kavgasından ziyade daima çıkarılacak kriterler merkezinde düşünülür. Bunun içindir ki Bediüzzaman, hep sulh zemininden yana olmuş, kendisi de böylesi bir zemini bizatihi kendi mabeyninde inşa etmiştir. Çekişmeli, inatlaşmalı, kazananı meçhul olacak hiçbir tartışmaya ne kendisi girmiş, ne talebelerini göndermiş, ne de fikirlerini ezdirmiştir. Onun nazarında fikirler her zaman azizdir ve her zaman en üst mertebe saygı görmelidir.

Havva Küçük KONUR

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*