insanın yaratılışı en büyük mucizedir

Herkese Yeniden Merhaba.

Hatırlanacağı üzere “Tevhid’e Dair” yazdığım ilk makalede, Kur’an-ı Kerim’de Allâh: “İnsanlara, kâinat’ta ve kendi nefislerinde (Yani vucûdlarında, biyolojik ve rûhî yapılarında) âyetlerimizi (Varlığımıza ve birliğimize ait delilleri) göstereceğiz ki, O’nun (Kur’an’ın) gerçek olduğu onlara belli olsun. Rabb’inın her şeye şahid olması yetmez mi?” (1) buyurmuştur.

İşte biz, bu âyet’ten yola çıkarak, yazdıklarımız adeta bir yazı dizisi haline dönüştü. Çok da güzel oldu kanaatindeyim.

İnsana ait olması gereken sevginin, merhamet ve hürmetin yok edilmeye çalışıldığı, böylesi bir zaman sürecinde ve ortamından, bir nebzecik uzaklaşarak, her şeyde Allâh’ın izini, yüzünü, gözünü, mühürlerini, hatemini ilmî bir basiretle görmek, bilimsel olarak tanımak, tefekkür ile yakinen inanmak, rûh’en ve bedenen insana bir moral, bir motivasyon ve rahavet verecektir diye inanıyorum.

Bu âyet’tin ilk cümlesi dört kelimeden oluşmaktadır. O kadar küllî geniş anlâmları ihtiva etmektedir ki; burada yazılan bu satırlarla o manaları ifade etmek; hakikaten, hem kifayetsiz ve hem de imkânsız olmakla beraber, gücümüz nisbetinde ilmî ve aklî verilerle izah etmeye çalışacağız.

Bu âyetin en önemli espirisi; “Göstereceğiz” fiilinin gelecek kipi olarak kullanılması ve istikbalde bu delillerin daha parlak bir şekilde zuhur edeceğini, ortaya çıkacağını nazara vermiş olmasıdır.

Elbette ki zaman ilerledikçe, bilimsel çalışmalarda ve teknolojide de ileri seviyede inkişaflar, ilmi gelişmeler olmaktadır, ve olmaya da devam edecektir.

XX.Yüz yıl ilminin henüz açığa çıkaramadığı kimi gerçekler karşısında düşünüyor ve gönülden inanıyoruz ki: Bu bilmediklerimizi bilen, yalnız bilmekle kalmayıp, yaratan ve üstelik bizleri şaşkına çevirecek kadar dengeli ve ölçülü biçimde var eden Allâh’ın ilmi, ne kadar nihayetsiz ve yüce, kudreti ise ne kadar eşsizdir!

Kuşkusuz, O’nun bir şeyin olmasını murad ettiğinde ona “OL!” demesi yeterlidir. Zira o şey, zaman mefhumu olmaksızın, “hemen oluverir.”

Allâh Te’ala’nın kudreti yanında; “Küllî, cüz’î kadar kolaydır. Cüz, kül kadar kıymetlidir. En büyük, en küçük kadar kudretine nisbeten rahattır. Küçük, büyük kadar sanatlıdır; belki sanatça, küçük büyükten daha büyüktür.”(2)

Ne kadar muhteşem, veciz ve derin anlamlı bir ifade değil mi? Yani; bütün; parça kadar kolaydır, yani bir bina, bir tuğla mesabesinde rahattır. Yani insan vücudunda bir hücre, o vucûd kadar kıymetlidir. Ve bütün vücûd kadar sanatlıdır; belki sanatça, küçük büyükten daha da büyük olabilir. İnsan ile alakalı ileriki bahislerde, bu ifadelerin izahını detaylarıyla göreceğiz.

Burada, yukarıda dile getirdiğimiz veciz âyetın insana bakan yönünü, gelişmiş ve gelişmekte olan ilmî veriler çerçevesinde, insandaki Vahdaniyet-i İlâhiye’ye delâlet eden, birliğini ilân eden, ortaya çıkaran delilleri izah etmeye çalışacağız.

En mümtaz varlık olan insan, kâinat denilen muazzam sistem içinde, bedeniyle, cismiyle bir yeri, bir mekânı işgal etmesi yanında aklıyla, zekasıyla, duyularıyla ve lâtifelerıyle, diğer bütün varlıklardan ayrı özelliklere sahip olan insan için, Allâh’ın; “Her şeyi sizin emrinize verdim, sizin için yarattım.” Dediği cismi küçük, anlâmı itibariyle büyük kâinatı içinde mutalaa edecek kadar yüce varlıktır insan.

Buna işaret eden Mevlâna şöyle demiştir: “Sen kendini okyanusta bir damladan ibaret sanma. Bir damlanın içinde koca bir okyanussun.”

Yine insanla ilgili olarak Hz. Ali; “İnsan, küçük bir cisim ise de; büyük âlemi içine alacak kadar büyüktür.(3) buyurmuştur.

İnsan, her şeyde bir mana bulmaya çalışan, en anlâmlı varlıktır. İnsan evvelâ kendi varlık nedenini ve anlâmını çözmeye, düşünmeye ve anlâmlandırmaya çalışmalıdır. Yani ben kimim? Neciyim? Nereden geliyorum? Nereye gitmeye namzetim? Gibi sorularla kendi kendini sorgulayabilmelidir insan.

Bu hususta Üstad Nursî’nın şöyle bir uyarısı söz konusudur. “Ey kendini insan bilen insan, kendini oku!… yoksa hayvan ve camid hükmünde insan olmak ihtimali var!” (4) Buyurmuştur.

Bu önemli ikazdan anlaşılan; ben insanım diyen birinin yaratılışının ilk basamaklarından itibaren başlamak üzere; kâinattaki konumunu düşünmeli ve idrak etmeye çalışmalıdır.

Evet yokluktan, varlık sahnesinde var edilen, küçük âlem denilen bu insan; sonsuz kudret sahibi olan Allâh tarafından, vucûduna; varlığı ve cereyan eden bütün olayları düşünme, araştırma, arama, manalarını bulma merakını dercetmiştir. İşte insanı diğer canlılara sultan kılan bu özelliğidir. Yeter ki insan, fıtratındaki bu ulvi hissiyatı, süfli basit hevesatının esiri etmeyip; neyi aradığını ve ne denli kıymetli bir varlık olduğunu unutmasın. Yoksa, “Aradığını bilmeyen, bulduğunu anlayamaz.” Hakikatına mazhar olur.

Kadim Yunanlılar evrenin sonsuz ve ölümsüz; insanın ise, ölümlü ve sonlu olduğuna inanırlardı. Bizde ise; âlem sonludur, insanın rûh’u ise sonsuzdur. Şimdi bu metafizik bakışındaki farklılık, bütün düşünce akımlarındaki akışı değiştirmiştir.

İnsanın, “Kendini bil!” deyiminden maksat; insanın kendi içinde büyük bir âlemin var olduğunu fark etmesidir. Yani, insanın nefsi uçsuz bucaksız bir evrendir. Yani aslında, kâinatın hulasası insanın nefsinde toplanmıştır. Dolaysıyla nefsinin efendisi olan, kâinatın efendisi olmuştur. Bu mertebeye gelen birisi, artık evrenin gözünde; peşinden gidilen bir varlık haline gelmiştir.

Burada insan, Allâh’ın, “Âyetlerimizi hem nefislerinde ve hem de ufuklarda (Evrende) göstereceğiz.” İfadeleriyle uyumlu bir hale gelmiş demektir. Çünkü bu yolculuk, iki yönlü bir yolculuktur. Bir tanesi kendi nefsinize içeri doğru derinlemesine bir yolculuk ve aynı zamanda sonsuzluğa; evrenin derinliklerine doğru bir yolculuktur ki; o ufuklarda Allâh’ın işaretlerini, bürhanlarını görebilmektir.

Burada, insanın içine nüfuz edip inememesi; içindeki iç güdüsüne, kâinat’ta efendi olma hissiyatina sahip olamaması, kontrol altına alamamasında yatmaktadır.

Suyutî, Hz.Muhammed’den şöyle bir hadis nakleder: “Nefsini bilen, Rabbini bilir”

İmam-ı Maverdî ise şöyle bir hadisten bahseder: “İnsanlardan Rabbini en iyi tanıyan kimdir? Diye sorulduğunda Hz. Peygamber: “Nefsini (kendi öz varlığını) en iyi tanıyan kimsedir.” Diye cevap vermiştir.

Bu hususta bakınız, Âyet-i Kerimede nasıl bahsedilmektedir. “Kesin olarak iman edenler için, yeryüzünde ve kendi ‘NEFİSLERİNDE’ nice deliller vardır. Hala görmez misiniz?”(5) buyrulmuştur

Konuya dair diğer derin anlâmlı bir ifade de şöyledir: “İnsan öyle bir nüsha-i camiadır ki, Cenab-ı Hak, bütün esmâsı (isimleri) ni, insanın nefsiyle insana ihsas ediyor.”(6) denilmiştir.

İnsan, kendi nefsinde yani iç derununda, varlığının özünde, Allâh’ı tasarrufuyla, esmâsıyla bilmeli, hissetmeli ve tanımalıdır.

Nitekim Hz. Peygamber (asm): “Cenab-Hakk’ın sınırsız nimetlerini tefekkür ediniz. Fakat künh-ü zatını düşünmeyiniz. Çünkü siz Ulûhiyet’in esrârını keşfedemezsiniz. Allâh’ın azametini hakkıyla takdir ve ihata edemezsiniz.” Buyurmuştur.

Cenab-i Hak, Zat-ı Uluhiyeti itibariyle hiç bir zaman bilinmezken, isim ve sifatları itibariyle zuhûr ve tecelli ettiğinde bilinir haldedir. Yani O’nun bilinmesi zat mertebesinde değil, lâkin isim ve sıfat mertebesindedir.

Bundan böyle, mümtaz varlık olan insan üzerinden yüce yaratıcı, Allâh’ı görmeye çalışacağız. İnsanı her yönüyle, yani bedenî vücud organları, hissiyatları, duyguları, lâtifeleri üzerinden değerlendireceğiz. Gerçek bir insan olmanın payesine ulaştıracak ilmî, aklî verileri nazara vermeye çalışacağız. Bu seri halindeki yazıları; ön yargısız, vicdanî bir nazarla okuyup, aklî bir muvazene ile tartarsak eğer; hep beraber, ne kadar büyük bir kıymet olduğumuzu ve diğer hemcinslerimizle beraber, kendimize olan sevgi ve saygımızın fersah fersah artacağını ve bu konuda inkisar-ı hayale uğramayacağımızı kuvvetle umuyorum.

GÜZEL OKU, HER ZERRE’DE COŞKUN BİRER MANA VAR.

DERT EHLİNE BU MANADA CANLAR SUNAN, EDA VAR.

VERMEK İÇİN PARLAKLIĞI, GAMLI GÖNÜL EVİNE,

BİR BAK HELE, HER CİLÂDAN ÜSTÜN OLAN CİLÂ VAR.

Hasan FEYZİ

SULAR HEP AKTI GEÇTİ,

KURUDU VAKTİ GEÇTİ.

NİCE HAN, NİCE SULTAN,

TAHTI BIRAKTI GEÇTİ..

DÜNYA BİR PENCEREDİR,

HER GELEN, BAKAN GEÇTİ…!

Yunus EMRE

Dipnotlar

(1) Fusilet 41/ 53

(2) Mektubat s.400.

(3) İşarat-ül İ’caz. s.187

(4) Sözler, s.588.

(5) Zariyat.. 20-21

(6) (33. Sözden)

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*