Mazimiz ve hal-i pür melalimiz

Geçmiş, hal ve istikbâlimize değişik zaviyelerden bakılabilir.

Ancak, şimdilik ‘milli perspektif’den bakalım. Fakat en büyük endişem yeni tabirle “Z” kuşağına bu acı gerçekleri hissettirememektir. Çünkü, kelimeler, bir medeniyetin şifre veya parolaları gibidir. Bizim medeniyet şifrelerimizi değiştirdiler, ben onlar için parantez kullanmak mecburiyetinde kalıyorum. Hani şair demiş ya;

“Ağlarım ağlatamam, hissederim söyleyemem;

Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzarım..”

Öyle inkılaplar yapıldı ki, İslamın kokusuna hasret kaldık ve “Men lem yezuk lem ya’rif” (tatmayan bilemez) diye bir gerçek vardır. Yani bu “Z” kuşağı İslamın özellik ve güzelliklerini öğrenemediler, göremediler ve yaşayamadılar ki bilsinler. Yine de benim meselem, Üstadın dediği gibi; “Bir umur-u hayriye tamamen elde edilmezse tamamen terk de edilmez” kabilinden bir gayret olacaktır.

Mazideki kolektif serüvenimize bakınca dünya ile hesaplaşmaya girebiliriz fakat, dar bir perspektifden bir türlü kurtulabilmiş değiliz. Şöyle ki: Milletimizi “Cumhuriyetten öncesi ve sonrası” diye ikiye böldüler ve öncesini bütün ihtişamına rağmen öcü gibi; sonrasını bütün cehaletlerine rağmen cici gibi gösterdiler.

Bizler, eski çağların cihangir Asya ordularının kahraman askerlerinin torunları olup, çağ açıp çağ kapatmış bir millet, medeniyet ve devletin mirasçıları ve bakiyesi olduğumuz halde öcü gibi gösterilmek zoruma gidiyor. Cumhuriyet sonrası, Batı emperyalizminin mağduru ve mukallidi olup riyakarlık yapanlar ise cici gösterildiği için, neslimizin aklı çelindi, birbirimizi anlamaz olduk. Bu daraltma gençliği çıkmaza soktu ve nesiller arası büyük bir uçurum meydana gelmiş oldu.

Evet bazı idareciler cumhuriyet öncesini itici tipler ve rollerle realize etme gayretine girerek, (Vurun Kahpeye filminde olduğu gibi) onların şahsında bilmedikleri İslamı itham etme cür’eti gösterdiler. İslamı Hıristiyanlığa kıyas ederek, kıyası maal farık (yanlış kıyas) yaptılar.

Cumhuriyet sonrasına ise Batının bütün sefahat ve rezaletlerini rol model ettiler. Cemil Meriç, bu halimizi “Bir milletin tahakkümü altına giren, arazisini değil, mevzuat ve an’anesini kaybettiği için hürriyetini kaybeder” demekle ifade etti. 1950’ye kadar bu memlekette orjinal haliyle ezan okumak yasaktı, illa ‘tanrı’ denecekti.

İşte bu acı gerçeği görenlerden biri de, merhum Timurtaş (Uçar) Hocadır ve şöyle der:

“Elime bir milim imkân geçse, Risale-i Nurları ilkokuldan üniversiteye mecburi ders kitabı yaparım, bu milletin imanı ancak böyle kurtulur.”

Bediüzzaman ise fitnecilere karşı, “Milliyetimiz bir vücuttur; ruhu İslamiyet, aklı Kur’an ve imandır” diyerek, bu milleti yeniden birleştirmeye çalışmıştır. Ve yine Bediüzzaman “Aynen öyle de, heyet-i içtimaiye-i İslamiye büyük bir ordudur; kabail ve tevaife (kabile ve tarifelere) inkısam (taksim) edilmiş. Fakat bin bir bir birler adedince ciheti vahdetleri (birlik sebepleri) var. Halıkları bir, Rezzakları bir, peygamberleri bir, kıbleleri bir, kitapları bir, vatanları bir—bir, bir, bir binler kadar bir, bir… İşte bu kadar bir birler uhuvveti (kardeşliği), muhabbeti ve vahdeti iktiza ediyorlar. Demek kabail ve tevkife inkısam, şu ayetin ilan ettiği gibi, tearüf (tanışmak) içindir, teavün içindir; tenakür için değil, tahasum (birbirini inkâr ve düşmanlık) için değildir. (Mektubat, s.310)

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*