Kırım Seferi; Redd-i İlhak; Vahdeddin…

Tarihte 16 MAYIS

Sultan Fatih’in Kırım Seferi

Fatih Sultan Mehmed’in meşhûr “Kırım Seferi” 16 Mayıs 1475’te başladı. Gedik Ahmet Paşanın kumanda ettiği büyük ve güçlü bir donanma ile yola çıkan Osmanlı Ordusunun başında Sultan Fatih’in bulunuyor olması, meselenin ne derece ehemmiyetli olduğunu gösteriyordu.

Müslüman Tatarların ülkesi olan Kırım Hanlığı, 1440’larda kuruldu. Kurucu lider olan Hacı Gerey Hanın 1456’da vefat etmesi üzerine, oğulları arasında taht kavgası yaşandı. Bu iktidar çekişmesinin uzun müddet sürmesi, bölgede güçlenme eğiliminde olan Cenevizlilerle Rusları iştahlandırdı.

Bu iki hükümetin kuvvetleri, zaman içinde sadece Kırım Yarımadası’nda yaşayanları değil, Karadeniz’in kuzey sâhillerindeki bütün Müslüman unsurları rahatsız etmeye başladı.

Baskı ve zulümkârlığın had safhaya çıkması üzerine, Müslümanlar çareyi Osmanlı’ya müracaat etmekte buldu.

Sultan Fatih, işte bu gerekçelerle harekete geçti ve 1475 yılı baharında Kırım üzerine muazzam bir sefer düzenledi.

Kısa sürede Cenevizliler’in işgalindeki limanların tamamı alındı. Bu arada hapse atılan Mengli Giray Bey de kurtarılarak Kırım Hanlığının başına getirildi. Hanlık, işte bu tarihten itibaren Osmanlı himayesi altına girmiş oldu.

Bilâhare, Rusya da bölgede giderek güçlenmeye başladı. Güçlendikçe de, Kırım üzerindeki emellerini tatbik sahasına koymaya yöneldi.

Nihayet, Osmanlı’nın zayıf dönemine rastlayan bir tarihte (1736) büyük bir kuvvetle Kırıma giren Rus ordusu, ülkenin en mâmur şehirlerini birer harabeye çevirdi. Mescitlere, kütüphanelere varıncaya kadar her taraf yakılıp yıkıldı, sayısız insanın kanı akıtıldı.

Kırım Hanlığı, ne yazık ki 1774’te imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşmasıyla Osmanlı hâkimiyetinden çıkartıldı. Artık korumasız ve savunmasız bir duruma sokulan Kırım Hanlığı, nihayet 1783’te ortadan kaldırıldı ve Kırım bölgesi bütünüyle Rusya’ya bağlandı. Bu esaretten kurtulmak için verilen bağımsızlık mücadelesi asırlarca sürdü; halen de sürmekte olduğu söylenebilir.

İzmir için Redd-i İlhak Cephesi

Büyük şehirler arasında ilk fiilî işgal hareketi İzmir’de başladığı için, vatanperver halkımızın ilk direniş çabası ve işgali protesto mitingleri de bu işgal vesilesiyle yoğunluk kazandı.

İşte, o şanlı direniş ve protesto hareketlerini organize eden teşekküllerden biri de “Redd-i İlhak Cephesi”dir.

Redd-i İlhak Heyeti, İzmir’in işgal edildiği günlerde (15-16 Mayıs 1919), ülkenin hemen her tarafına telgraf göndererek şu çağrıda bulundu: “İşgal başladı. İzmir ve civarındaki yerler ayakta ve heyecanını muhafaza etmekte. Sizler de vatanın müdafaasına hazırlanınız.”

Bu ve benzeri telgraflar, başta Ege Bölgesi ve İstanbul ahalisini birden elektriklendirdi, adeta galeyana getirdi. Muğla’da, Aydın’da, Manisa’da, Balıkesir’de, Denizli’de, Tavas’ta, Bayramiç’te, Seydişehir’de, Erzurum’da ve daha birçok yerde büyük mitingler ve işgali protesto mitingleri düzenlendi. En büyük miting ise, İstanbul Sultanahmet’te gerçekleştirildi.

İşte, işgal ve istilâya karşı duran Anadolu’daki Millî Hareket, bu şekilde başladı ve dalga dalga yayılarak yurdun dört bir yanını sarıp sarmaladı.

Tabiî, bütün bu faaliyetler bir anda ortaya çıkıp tekâmül etmedi. Anadolu ve Trakya’nın pekçok merkezinde, aylar öncesinden başlayan birtakım altyapı çalışmaları vardı: Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri gibi…

Bu gönüllü cemiyetler, 1918 yılı Aralık ayı başından itibaren faaliyete başlamış ve kendi imkânları ölçüsünde bazı hazırlıklarda bulunmuşlardı. Zamanla tamamı birleşip yek-vücut oldular.

Gurbet elde hacizli hazin ölüm: Sultan Vahdeddin’in vefatı

Sürgünde bulunan son Osmanlı padişahı Sultan Vahdeddin, İtalya’nın sâhil şehri San Remo’da 16 Mayıs 1926’da vefat etti.

Ne gariptir ki, Sultan Vahdeddin’in ölümü, Millî Mücadele hareketini başlatsınlar diye M. Kemal Paşa başkanlığındaki 19 kişilik subay heyetini Anadolu’ya göndermiş olduğu aynı güne (16 Mayıs 1919) rast geldi.

Aynı subay heyeti, Ankara’da yeni bir hükümetin kurulması yolunda tesirli bir rol oynadıktan sonra, 1 Kasım 1922’de saltanatı kaldırmış ve Sultan Vahdeddin’in ülkeyi terk etmesine sebebiyet vermişti. O gün, hayatta iken ölümden beter haller yaşayan Sultan Vahdeddin, 3-4 sene sonra da şu fâni hayata büsbütün vedâ eyledi.

Hacizli cenaze

Hainlikle suçlanan Sultan Vahdeddin, yokluk ve yoksulluk içinde vefat etti. Kendisi ve ailesi, sürgün olarak bulunduğu ülkenin insanlarına bir hayli borçlanmışlardı.
Bu sebeple, cenazesi bir süre ortada kaldı. Zira, üzerinde haciz vardı.

Tarihiyle ve ecdadıyla “sözde iftihar” eden Türkiye’nin o günkü yöneticileri, ne yazık ki eski padişahın cenazesine dahi sahip çıkmadılar.

65 yaşında vefat eden Sultan Vahdeddin’in mezar yeri için bir vasiyeti vardı. “Ölürsem, cenazem vatan topraklarında gömülsün isterim. Şayet bu mümkün değilse, beni hiç olmazsa halkı Müslüman olan bir beldede defnedin” diyordu.

Bu meyanda en çok istediği yer ise, Şâm–ı Şerif ve buradaki Selâhaddin–i Eyyübî Türbesi idi.

Ne var ki, onun bu vasiyeti ve arzusu aynen değil de, kısmen tahakkuk etti. Devreye giren Suriye Devlet Başkanı Ahmed Nami, cenaze üzerindeki haczi kaldırdı ve eski padişahın tabutunu Şam’a getirtti. Cenâze, dolu olan Eyyübî Türbesi yerine Sultan Selim Camii Haziresine defnedildi.

Halen aynı yerde bulunan Sultan Vahdeddin’in mezarı, ziyarete açık vaziyette tutuluyor.

@salihoglulatif’ten
Nasihat dili tesirsiz kaldığında, musîbet dili konuşmaya başlar.
Düşünmeli ki: Acaba hangi günâhımızla tarihimizin en büyük maden fâciasına fetvâ verdirdik?

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*