Kuvve-i Kutsiye

Bu kuve-i Kutsiye tabiri, bir çok temel meselelerin çözümü için bize bir anahtar görevi yapacağı kanaatı ile bu haftaki yazımın konusu olarak tercih etmiş bulunuyorum. Şöyle ki:

Üstatd Bediüzzaman; “Cumhur-i avama müteveccih olan bir fikir, bir kutsiyet almazsa söner. O desatire kutsiyet verecek iki muazzam rakib-i din var. Şu keskin fikir, gözünü açtığı vakit hasmını ve hasmının elindeki silahını Hiristiyanlık dini bulmuştur. Öyleyse fikir kutsiyet almak için İslamiyete dehalet etmeye mecburdur. (Asar-ı Bediiyye- Rumuz s. 87)

Avrupa ülkeleri o kuve-i kutsiyeyi elde etmek için muharref de, olsa dinlerine dost olmuşlar ve kazanmışlardır. Biz de, bu meskenetten kurtulmak için, bu kuve-i Kutsiyeye sahip çıkıp, bazı problemlerimizin Çözümü için uygulamaya mecburuz. Mesela:

Demokratlar rejimin hışmından çekindikleri için bu kuve-i kursiyeden mahrum kalarak, fikirlerine kuvvet kazandıramayıp kaybettiler. Fakat din adına yanlış yaptıkları halde “siyasal İslamcılar” bu kutsiyeye en azından söylem bazında da, olsa sahip çıkarak kazandılar ve Türkiyeyi dinli dinsisiz diye iki kutuplu hale soktular. İki tarafta alabildiğine fahiş hata veya yanlışlar yapsa da, fanatik taraftarlarınca hoş karşılandığından bu kronikleşmenin önü alınamıyor ve Türkiye mahiyeti meçhul bir kaosa sürüklenmek isteniyor.

Biri çıkıp da “o kuvve-i kutsiyeyi kullanmak suç değil mi? Dese. Benim cevabım; evet fakat, o kuvvei kutsiyeyi feda etmek veya düşmanlık etmek daha büyük ve katmerli suç değil mi? Şeklinde olacaktır. Zira; Küre-i arz gibi ağır ve alem-i İslama çökmüş mesaib ve devahiye karşı noktai istinadımız; muhabbet ile ittihadı, marifet ile imtizacatı efkarı, uhuvvet ile teavünü emreden nokta-i İslamiyettir. (Sunuhat, s. 57-60)

İnşaallah istikbaldeki İslamiyetin kuvvetiyle medeniyetin mehasini galebe edecek, zemin yüzünü pisliklerden temizleyecek ve sulh-u umumiyi temin edecektir. (Hutbe-i Şamiye s.53)

Her kıştan sonra bir bahar olduğu gibi nev-i beşerinde bir sabahı ve bir baharı olacak inşaallah ve rahmet-i İlahiyeden bekleyebiliriz (H. Şamiye 34-35)

İslamiyet; nihayet asırlara hükmetmiş bu milletin dinidir; inanç ve fikir hürriyetinin de, ta kendisi ve gereğidir. İşte sen bu en zaruri ihtiyaca karşı çıkarsan olacağı da budur. Bir de, kutsalı feda edenler sadece kendileri kaybetmiyor, koskoca tarihe şan ve şerefle dolu bir millet de, kaybediyor. Bu da, böyle biline! Demek Üstad Bediüzzaman dururken demokratlara “Ayasofya’yı açın yirmi derece daha kuvvet kazanırsınız” diye boşuna dememiştir. Demek ki, Kuvve-i kutsiyeye sahip çıkıp, Ayasofya’yı açan kazanırmış, bunu açıkça gördük.

Amerika’da iki kutupluluk mahzur teşkil etmiyorsa bizde neden ediyor denirse?

Amerika’da iki kutup da, dine en azından hürmetkardır ve aynı zamanda din, onlar için bir ortak platform oluşturmaktadır. Çünki onlarda; dini hayattan tecrit eden laiklik ve siyaseti din düşmanlılğına bina eden zihniyet de, yok ve haliyle aralarında bizdeki gibi bir uçurum da, yoktur. Çünkü onlar demokrat olduğu için, inanç ve fikir hürriyetinden gelen bir tesanüd-ü efkar var. Bizde ise din ve demokrasiyi yok etmek için olanca güçleriyle efor sarfeden ve o garaza binaen, Demokrat Parti kurucularını, başbakan ve bakanları darağacına çeken caniler var. Böyle ayıba dünya tarihinde pek rastlanmaz. Fakat herşeye rağmen bugünkü hali pürmelalimiz de şahittir ki çare yine kuvve-i kutsiyemiz ve demokrasimizdir. Üstat buna; “Dindar demokratlar” diyor.

Üstad Bediüzzamanın dediği gibi bizdekiler bir birlerinden o kadar uzakki; biri öl dese ö bürü diril diyor. “Tarafgirane ve garazkarane, firavunlaşmış nefsi emmare hesabına hodfuruşluk, şöhretperverane bir tarzdaki tesadümü efkardan barika-i hakikat değil, belki fitne ateşleri çıkıyor. Çünkü maksatta ittifak lazım gelirken öylelerin efkarının küre-i arzda dahi nokta-i telakisi bulunmaz. Hak namına olmadığı için nihayetsiz müfritane gider kabili iltiyam olmayan inşikaklara sebebiyet verir. Hali alem buna şahittir. (Mektubat yirmi iki s. 304)

Bizdekilerin bu derece kronikliğinin sebebi; yüksekten düşen fazla incinir ve enson hakdine karşı çıkan; yağın bozulması gibidir, ekşi ayrana benzemez.

Üstad yine meseleyi Türkiye üzerinden realize ederek D.H.Ö ye atfen “fikir ve söz hürriyeti verilse, sonrada muaheze olunsa; acaba bi çare milleti ateşe atmak için bir plan olmaz mı? Bazen arzu fikir suretini giyer, şahs-ı muhteris, arzu-yu nefsaniyesini fikir zanneder. (Hutbe-i Şamiye s. 1931)

Yani netice itibariyle biz, demokrasiyi bürokrasinin vesayetinden, din ve bilimi ideolojinin esaretinde kurtaramamışız.

Sonuç olarak her hamiyetperver şu soruyu hem kendine hem ehl-i iz’an ve vicdana sormalı. “Moral değerleri refüze edilmiş, milli dinamikleri dinamitlenmiş bir millete millet denir mi”?

İşte kim ne derse desin Türkiye’nin hali pürmelali budur ve düzelecektir inşaallah, vesselam.

Türklerde kuvve-i kudsiye:

Sonra bu kahramanlık Türklere, Talas Irmağı kenarındaki bir savaştan sonra İslâm’la şerefyâb olmalarıyla sirayet etmiş, Tevhid asaletiyle devralınan bu bayrak, kalelerin burçlarını şenlendirip süslemiştir. Üstad’ın ifadesiyle, “eski çağların cihangir Asya ordularının kahraman askerleri” diye geçer.

Yavuz Selim; Macaristan’a bir ferman gönderip, “Ehl-i imana zulmetmeyin yoksa hesap sormasını bilirim” anlamında ifadeler kullanıp, Kanuni Sultan Süleyman da, Fransa’ya: “Memleketinizde dans namı altında çok çirkef ve çirkin bir oyun icad edilmiş. Derhal o ahlaksızlığı kaldırın” diye ferman gönderdiği ve dansı yasak ettiği ve dünyayı dizayn ettiği hâlde onun torunları tarafından bugün bir avuçluk İsrail’e “öte var” denemiyorsa, millet aynı millet olduğu hâlde bunun gerçek bir sebebi lazımdır. İşte o ne olabilir ki?

Eğer onun sebebi halifelikse, ki öyle. Bunun sebebi ne?

İşte bu gibi anormallikler ve geriye ket vuruşlar, kuvve-i kudsiye meselesinin yeniden ele alınmasını gerektiren zaruret ve mecburiyet hâline getirmektedir. İşte o takdirde bu millet, tarihte olduğu gibi dünya insanlığını, yeniden küfrün felaketinden kurtaracaktır.

Bu meseleyi yeniden doğru tesbit ve teşhis ederek ilan edene, can-ı gönülden tebriklerimi ve teşviklerimi arz ederim. Zira “Bir hastalığı doğru teşhis, yarı yarıya tedavidir”.

B) Bediüzzaman’da kuvve-i kudsiye:

Bu asrın bütün olumsuzluklarına rağmen o; yani, kuvve-i kudsiye ve tahkikî iman meşalesiyle meydana çıkan Bediüzzaman’da ve onun talebelerinde, “Âlimler Peygamberlerin varisleridir.” (Ebu Davud, İlim 1,3641; Tirmizi, İlim 19,2682) hadis-i şerifinin bir hakikatinin sirayet ettiğini görüyoruz. Üstad’da, bu haslet; hem ilim, hem irfan hem de kahramanlık olarak tezahür etmiştir. Tarihte de, bu derecede, hem allâme-i cihan hem de kahraman bir insan pek görülmez. Yani, Bediüzzaman Rus cephesine kalem kağıt ile gidip, “… bu gavurun gülleleri bizi öldürmeyecek.” deyip, bir tefsir harikası olan İşaratü’l-İ’caz’ı yazdırmış; değil sadece hapishaneyi, cepheyi dershaneye çevirmiş; din, iman, vatan, millet uğruna 500 talebesini şehit verip, amelini imanına şahit eden bir insan olarak gönüllerde taht kurmuştur.

Bu külli meziyet, aynı zamanda bir Mehdiyyet özelliği de olsa gerektir ve onun için o, bu asır insanına şöyle hitap eder: “Hem eğer başımdaki saçlarım adedince başlarım bulunsa, her gün birisi kesilse, hakikat-i Kur’aniye’ye feda olan bu başı zındıkaya ve küfrü mutlaka eğmem ve bu hizmeti imaniye ve nuriyeden vazgeçmem ve geçemem.” (Şualar, On Dördüncü Şua, s.455)

Bütün bunlar bize yine Bediüzzaman’ın: “İman; hem nurdur hem kuvvettir. Evet, hakiki imanı elde eden adam kâinata meydan okuyabilir.” sözünün ne kadar gerçekçi olduğunu ispat etmektedir. Vesselam.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*