Mi’racın sırr-ı lüzumu nedir?

Birinci Esas

Mi′racın sırr-ı lüzûmu: Meselâ, deniliyor ki, “Cenâb-ı Hak ′Akrabü ileyhi min habli′l-verid′dir [Ona şah damarından daha yakın (Kaf Sûresi: 16.)], herşeye herşeyden daha yakındır, cisimden, mekândan münezzehtir. Her velî, kalbi içinde O’nunla görüşebilir. Neden dolayı velâyet-i Ahmediye (asm), Mi′rac gibi uzun bir seyahatin neticesinden sonra, her velînin kendi kalbinde muvaffak olduğu münâcâta muvaffak oluyor?

Elcevap: Şu sırr-ı gâmızı iki temsil ile fehme takrîb ediyoruz. On İkinci Sözün sırr-ı i′câz-ı Kur′ân ve sırr-ı Mi′rac hakkında olan şu iki temsili dinle:

• Birinci Temsil: Bir sultanın iki çeşit mükâlemesi, sohbeti, görüşmesi vardır; iki tarzda hitâbı, iltifatı vardır.

Birisi, âmî bir raiyyetiyle cüz′î bir iş için, hususi bir hâcete dâir, has bir telefonla sohbet etmektir.

Diğeri, saltanat-ı uzmâ ünvânı ile ve hilâfet-i kübrâ nâmiyle ve hâkimiyet-i âmme haysiyetiyle ve evâmirini etrafa neşir ve teşhir maksadıyla, o işlerle alâkadar bir elçisiyle veya o evâmir ile münâsebettar büyük bir memuru ile konuşmaktır, sohbet etmektir ve haşmetini izhâr eden ulvî bir fermanla bir mükâlemedir.

İşte velillâhi′l-meselü′l-a′lâ şu temsil gibi: Şu kâinat Hâlıkının ve Mâlikü′l-Mülk Ve′l-Melekût’un ve Hâkim-i Ezel ve Ebed’in iki tarzda mükâlemesi, sohbeti, iltifatı vardır.

Birisi: Cüz′î ve has, diğeri: Küllî ve âmm… İşte: Mi′rac, Velâyet-i Ahmediyyenin (asm) bütün velâyâtın fevkinde bir külliyyet, bir ulviyyet sûretinde bir tezâhürüdür ki: Bütün Kâinatın Rabbi ismiyle, bütün mevcûdâtın Hâlıkı ünvânıyla Cenâb-ı Hakk′ın sohbetine ve münâcatına müşerrefiyettir.

• İkinci Temsil: Bir adam, elindeki bir aynayı güneşe karşı tutar. O ayna, kendi miktarınca bir ışık ve yedi rengi hâvi bir ziyâyı, bir aksi, şemsten alır; onun nisbetinde güneşle münâsebettar olur, sohbet eder. Ve o ışıklı aynayı karanlıklı hânesine veya dam altındaki küçük, hususi bağına tevcih etse, güneşin kıymeti nisbetinde değil, belki o aynanın kabiliyeti miktarınca istifade edebilir.

Diğeri ise, aynayı bırakır, doğrudan doğruya güneşe karşı çıkar, haşmetini görür, azametini anlar. Sonra pek yüksek bir dağa çıkar, güneşin pek geniş şâşaa-i saltanatını görür ve bizzat perdesiz onunla görüşür. Sonra döner, hânesinden veya bağının damından geniş pencereler açar, gökteki güneşe karşı yollar yapar, hakikî güneşin dâimî ziyâsı ile sohbet eder, konuşur. Ve böylece minnettarâne bir sohbet edebilir ve diyebilir: “Ey yeryüzünü ışığıyla yaldızlayan ve zeminin vechini ve bütün çiçeklerin yüzlerini güldüren dünya güzeli, gök nazdarı olan nâzenin güneş! Onlar gibi benim hâneciğimi, bahçeciğimi ısındırdın ve ışıklandırdın–bütün dünyayı ışıklandırdığın ve yeryüzünü ısındırdığın gibi.” Halbuki, evvelki ayna sahibi böyle diyemez. O ayna kaydı altında güneşin aksi ise, âsârı mahduttur, o kayda göredir.

İşte, Şems-i Ezel ve Ebed Sultanı olan Zât-ı Ehad ve Samedin tecellîsi mahiyet-i insaniyeye hadsiz merâtibi tazammun eden iki sûretle tezâhür eder:

Birincisi: Âyine-i kalbe uzanan bir nisbet-i Rabbâniye ile bir tezâhürdür ki; herkes istidadına ve tayy-ı merâtibde seyr ü sülûkuna esmâ ve sıfâtın tecelliyâtına nisbeten cüz′î ve küllî o Şems-i Ezelînin nuruna ve sohbetine ve münâcâtına mazhariyeti var. Gâlib-i esmâ ve sıfâtın zılâlinde giden velâyetlerin derecâtı bu kısımdan ileri gelir.

İkincisi: İnsanın, câmiiyeti ve şecere-i kâinatın en münevver meyvesi olduğundan, bütün kâinatta cilveleri tezâhür eden Esmâ-i Hüsnâyı birden âyine-i ruhunda gösterebilmesi cihetiyle, Cenâb-ı Hak, tecellî-i Zâtıyla ve Esmâ-i Hüsnânın âzamî mertebede nev-i insanın mânen en âzam bir ferdine tecellî-i âzam tezâhür eder ki; bu tezâhür ve tecellî Mi′rac-ı Ahmedî (asm) sırrıdır ki, onun velâyeti risâletine mebde′ olur.

Bahsin devamı için bkz:
Sözler, Otuz Birinci Söz

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*