Mutlak gerçek olan iman

Geçen haftaki yazımızda “akıl” meselesini işlemiştik, bu hafta da “iman”ı işliyoruz.

Biz aslında iman etmekle, insan aklına tenezzülât-ı İlahiye olan, Kur’ân-ı Kerim gibi mutlak gerçeklere inanmış oluyoruz. Peki güzel de mutlak gerçek ne demek?

Mutlak gerçek, doğru olduğu ispatlanan (veya çürütülemeyen) muhit gerçek demektir ki, muhit gerçeği inkâr imkânsızdır. Onu inkar için bütün kâinatın ince elekten geçirilmesi gerekir. O öyle göreceli olup şartlara göre de değişmez. Yani hiç bir şart onu değiştiremez. İşte imanın şartları böyledir.

Mesela, ateistlerin dini olan maddeyi, önüne gelen değiştirebilir. Keser, biçer, kendine göre şekillendirir, yakar ve enerjiye dönüştürebilir. Çünkü maddenin bir iradesi yoktur. Yani madde, metbu değil tabidir, hâkim değil mahkumdur, aslı değil itibarî veya izafidir. Cevher değil arazdır, âmir değil memurdur. Hatta bazıları illüzyon veya halüsinasyon da demişler. Netice olarak ârızi bir mevcuttur.

Mutlak gerçek öyle bir şeydir ki, her şeyi kuşatan en temel ve muhit gerçeklik olup, ne akıl, ne  mantık ve ne de bilim, onu tekzip edip aksini ispat edemez.

Mesela Cenab-ı Hak, “Yoksa onu (Muhammed kendisi) uydurdu mu diyorlar? De ki: “Eğer doğru söyleyenler iseniz, haydi siz de onun benzeri bir sûre getirin ve Allah’tan başka, çağırabileceğiniz kim varsa onları da yardıma çağırın.” (10/37-38; 11/13-14;  17/88;28/49; 52/33-34) diye meydan okunduğu ve bugüne kadar benzerini getiremedikleri halde, küfr-ü inadiye devam etmeleri akıl alır şey değildir. Hatta değil getirmek, o kitabı bozmaya bile güçleri yetmedi ve yetmiyor.

Bu bir mucize veya mutlak hakikat değil de nedir? O ise hiçbir şarta bağlı değildir ve hiç bir şey tarafından şartlandırılamaz. Onun varlık sebebi sadece kendisidir. O uymaz, ona uyulur. Çünkü O, vacibül vücuttur.

Yani biz iman edince öylesine mutlak bir gerçeğe inanmış oluyoruz ki, o bütün ihtimalleri muhtevi ve iman, bütün unsurlarıyla bir meydan okumadır. Böyle bir imanın birçok tanımları vardır fakat biz birkaçını zikredelim:

İman: Kulun irade-i cüz’iyesini sarftan sonra Allah (CC) tarafından kalbe ilka edilen bir nurdur. (B.Z. Sadettin Taftazani)

Yine Bediüzzaman “İman, hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakiki imanı elde eden insan kainata meydan okuyabilir.” der. Evet, işte böyle bir imanın en bariz delili, Fahr-i Cihan Efendimiz’dir.

Yine Bediüzzaman’ın ifadesiyle; iman insanı insan eder, belki de sultan eder… gibi tarifleri çoğaltabiliriz.

Son zamanlarda çok dikkatimi çeken bir tabir var. “İman akla meydan okumaktır” diye.

Evet, Cenab’ı Hak Kur’ân-ı Kerim’de yaklaşık 750 civarı ayetlerde “niçin tefekkür, tezekkür edip akıl fikir etmezsiniz? “Hilmin fütur” tekrar tekrar bakın bakalım bir kusur görebilecek misiniz diye meydan okuyor ve aklın imana karşı çıkmasının mümkün olmadığını ilan ediyor. Bediüzzaman’ın ifadesiyle en basitinden “bir harf katipsiz, bir iğne ustasız, bir köy muhtarsız ve bir memleket reisi cumhursuz olmaz ve düşünülemez ise, hiçbir noksanı olmayan, şu muhteşem sistemi sahipsiz zannetmek kadar hamakat, sorumsuzluk ve aymazlık olabilir mi? Evet, elbette iman akla meydan okumaktır. İmanın aksi öyle bir zillettir ki, Bediüzzaman’ın ifadesiyle ‘eşek muzaaf(katmerli) eşek olsa, yine böyle bir fikri kabulden kaçacaktır.’ Hatta üstat çok nazik bir insan olduğu halde o gibilere, gayretullaha dokundukları için en ağır hakaret ifadeleri kullanmaktan çekinmemiş ve onlara “Ey ahmak’ul humakadan tahammuk etmiş ahmak ve ekpekül küpekadan tekepküp etmiş köpek” tabirlerini dahi kullanmıştır.

Akla meydan okumak ne demek?
En basit ifadesiyle, normal bir aklın imana karşı çıkamaması demektir. Şayet ispat edemediği halde isyana da cür’et ederse öyle bir tehditle karşılaşır ki, onun tahakkukundan tüyler ürperir ve çıldırmak onun yanında basit kalır. Bu muannitler öyle bir acizdirler ki, o felaketi kendinden defedecek bir kudretleri de yoktur. İşte Karun’un arz tarafından yutulması ve Firavun’un Kızıldeniz’de boğulması gibi ki, bunlar daha onun dünyevi versiyonlarıdır. İngiltere British Museum’deki o rezalet (yani Fravun’un ibret için çürütülmeyen buruşuk bedeni) ibret-i alem için sergilenmeye devam ediyor. İbret almak isteyen gidip görebilir ve ben bizzat görenlerdenim.

Peki, bir insan böyle bir felâkete nasıl razı olur?

Bediüzzaman’ın ifadesiyle, kimse küfre isteyerek girmez fakat içine düşer, çıkamaz.

Peki neden içine düşer denirse, yine cevaben, onlarda, Firavun’un lezzet-i menhusesi olduğu ve o  menhus hale mağlup oldukları ifade edilir. Yani deveyi yardan uçuran bir tutam otmuş hesabı, aklın, nefsin hazları karşısında böyle bir zaafı vardır ve mağlup duruma düştüğü çok vakidir. Hatta günümüzün en büyük problemi de hazzının tutmağı olan zavallı gençliktir. Sorumsuz bir insanın gözünü hırs veya şehvet bürüyünce, Allah korusun, bir adım ötesini göremez. Bizi de, ancak Rabbimizin gönderdiği din o felaketlerden korudu ve koruyor. Bizim farkımız “Hablullah” olan ve insanlığın kurtuluşu için uzatılan kurtuluş ipine sarılmak, onların ise o menhus nefse güvenmesidir.

Bir de inancının medlül ve muhtevasını isabetle tayın edemeyip, emrine de uymayan ulemâ-is sû vardır ki, Allah bunların şerrinden ümmeti Muhammedi korusun. Zira bunlar Hz. Ali’nin ifadesiyle; sema ve arz arasında en şerir mahlûklar olan ulemâ-is sû’dur. Hatta onlar, o zalimlere de, verdikleri fetvalarla meşruiyet kazandırıp yardım etmişlerdir. Mesela Firavun’un Belam’ı, Cengiz’in Cafer Hocası ve Süfyan’ın Börekçi’si ve ihtilalcileri Cennete koyan dalkavuk hocalar gibi. Bunların birkaç versiyonu vardır ve hatta bir kısmı da, inandırmak için kendine “Kur’an müslümanı” diyen sahtekarlardır ki, bu münafıkça rolleriyle, kendileri dışında, değil müçtehit, müceddit, vehbi ilim ve hatta vahye mazhar Peygamberi (asm) bile tanımayıp, sözlerini çeşitli taktiklerle inkar ederler.

Dikkat edilirse bunların Allah’ın (cc) en azılı düşmanı olan Deccal ve Süfyanla da problemi yoktur.

Çünkü aynı kaynaktan beslenirler.

Vesselam.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*