Akıl mı iman mı?

Aslında bunların ikisi de, bir bütünün parçaları iken ellada ayırmaya çalışan maceraperestler olabilir ve var.

Yani aklı olmayanın imanı olmaz ve imanı olanın da, zaten aklı var demektir. Ya aklı olduğu halde imanı yoksa ona ne demeli denirse?

Ona tek kelime ile cevabımız “ahmak” denilmeli, şeklinde olacaktır. Çünkü Cenabı Allah bu aklı iman için vermiştir, yoksa aklın verilmesine imandan başka değecek başka bir şey düşünemiyorum. Ölümden sonrası veya ebedi hayatı temin edemeyen akıl neye yarar? Olsa olsa ayeti kerimenin ifadesiyle “Belhüm adal” (hayvandan daha aşağı) olmaya yarar. (Araf suresi 179)

Bu hayvandan aşağı düşmek imansızlığın cezasıdır. Yoksa böyle bir ceza da, olmayacaktı. Yani kimse imandan başka akla değer hiçbir ciddi sebep gösteremez. Ve bilakis imansız akıl başa bela olur. Onun için olsa gerek “Aklın zahmetini çekmekteyse ahmak yaşamayı tercih edenler çoktur. Fakat bunun da çare değil bir felaket olduğunu eninde sonunda anlayacaklardır. Çünkü Cenab-ı Allah imhal eder fakat ihmal etmez, zira aklı olan imandan sorumludur. Yani: Akibeti görmeyen ve bir dirhem lezzeti, ilerdeki batmanlarla lezzetlere tercih eden de akıl, öyle fani ve ani lezzetlere tav olmayıp, ebedi hayatını feda etmeyen de akıl. Demek ki, akıl mutlak gerçek olamaz. Çünkü mutlak gerçeklerde böyle tezatlar bulunmaz.

Hatta imanın dışındaki işleri ilhama mazhar oldukları için diğer canlı ve hayvanlar daha mükemmel ve harika yapar. Mesela: Nar ağacı narı ve hiçbir fen ve teknoloji arının çiçekten aldığı balı alamadığına göre akıl olmadığı halde bunlar bunu neyle yapıyor? Demek harika şeyler yapmak için akla gerek yok. Çünkü onlar da o aklı verenin tecellisine mazhardır. Yani biz bir aklı verenden bahs edip öyle konuşuyoruz onlar da bu seviyeye ulaşamayıp aklı tabulaştırıyorlar. Yani biz ayı gösteriyoruz ahmaklar parmağımıza bakıyorlar.

Buna göre madem sebepsiz bir şey kabul edilmiyor, madem Allah (cc)ya imanları yoktur, bu aklı onlara ne ve kim vermiştir? Aklı verenin dışında bir sebep göstermelerine de, imkan ve ihtimal olmadığına göre bu resmen küfrü inadidir. İşte imansızın durumu bu derece vahimdir.

Yani o kişi veriliş maksadına rağmen aklına haksızlık ediyor, aklının hakkını vermiyor demektir, bu bir noksanlık ve arızadır. Ancak bu hastalık ahmaklık derecesinde ise çaresi de, yoktur. Şöyleki:

Hz. İsa (as) bir gün bir yerden hızlıca geçiyormuş bir topluluğun dikkatini çeker ve içlerinden biri “Hayrola ya İsa nereye böyle” der.

Hz. İsa “Şurada bir ahmak var, söz anlatamadım şerrinden kaçıyorum” der. Ve yine içlerinden biri “Ya isa söylediğini beğeniyor musun” deyince Hz. İsa “Neden” der ve öbürü devam eder; “Sen körlerin gözünü açarsın, sağırların kulağını açarsın hatta ölüleri bile diriltirsin de, bir ahmağa laf anlatamadın mı?”

Hz. İsanın cevabı, “Her derdin bir devası vardır fakat, ahmaklık müstesna” şeklinde olur.

Yani akıl iman için verilmiştir, gerisi teferruat olur. İşte bunun önemine bina en Kur’an-ı Kerim 750 civarı ayette düşünmeyi akıl fikir etmeyi emrediyor.

İbn Arabi; “Akıl bir sınırlamadır” diyor.

Yani şu uçsuz bucaksız âlemde, bir şeyi anlayabilmek için önce sınırlamak gerekir. Yoksa o şeyi tanımlayamayız, nisbeten de olsa sınırlamadan anlayamayız. Belki de yanlış sınırlayıp yanlış tanımlayabiliriz, künhüne varamadığımız bir şeyi nasıl kavrar, nasıl hakkında hüküm verebiliriz? Zifiri karanlıkta bir fil tanımından bahs edilir. Tanımlayanlardan kiminin yılan, kiminin duvar veya boru dediği rivayet edilir. Senin kâinatta yerin ne ki? Yani biz, kâinata bir anahtar deliğinden bakıyoruz. Yani görüşümüz sınırlı olduğu gibi, haliyle o nisbette akıl ve muhakememiz dahi sınırlı oluyor.

Mesela uzay, geometri veya parelel meridyen daireler gibi… Aslında uzayda böyle şeyler yok, fakat biz bir şeyler anlayıp idrak edebilmek için farazi hatlar çizmişiz, zamanı ve şu sistemi anlamaya çalışıyoruz. Belki de yanlış teşhis koyup maksadının dışına çıkarıyoruz. Yani bu yapılan doğru değil mi, denirse? İzafi bir gerçeklik olarak işimize yaradığı nisbette doğru olabilir fakat, uzun vadede aleyhimize de olabilir. Çünkü bunlar mutlak doğru değil, izafi doğrulardır. Şartlara göre değişir. Bunları sabit zannetmek bizi inanç olarak da yanıltabilir. Mesela, bir zamanlar dünya sabit, güneş dönüyor zannediliyordu. Halbuki Kur’ân-ı Kerim’de Cenab-ı Hak “Geceyi gündüze, gündüzü geceye sararız..her biri ayrı bir yörüngede akıp gitmektedir”(Zümer 5) gibi ayetler de bu gerçeği ifade ediyor.

Bir de, hoş bir kelam-ı kibarda “O kitapta nice noksan ve ayıp arayanlar vardır ki, asıl ayıp onların beyinlerindedir” denilmektedir ve Bediüzzaman da, “Akıl, ilim ve fen hükmettiği istikbalde, elbette bürhan-ı aklîye istinat eden ve bütün hükümlerini akla tespit ettiren Kur’an hükmedecek.”(Hutbe’i Şamiye) diyerek bu çelişkilerin din ve fenni bilmemekten olduğunu ifade etmektedir.

Diğer bir misal: Su, Kur’ân-ı Kerime göre de kaynar fakat Kur’ân onu 100 dereceyle sınırlamaz, çünkü izafidir. Deniz seviyesinde 100 derecede kaynarken, bir dağ başında seksen beşte de kaynar. Yani bu derecelerin hepsi külli aklın ihatasında olduğu için, hepsini birden ifade etmiş olur. Fakat dinde sathi, muhakeme-i akliyede nakıs ve heyecanı aklını aşanlar bunu anlamayıp, noksanlık izafe etme cür’eti gösterir. Yani izafi doğrular bizi hakiki ve gerçek ve mutlak doğruya götürdüğü nisbette faydalıdır.

Bir de “Rasyonelite” (Gerçekçilik) diye bir tabir var. Yani bunlar somut, elle tutulur gözle görülür gerçekler üzerinden hareket ediyorlarmış! Ve çok gerçekçilermiş intibaı verenler var.

Bunlar zaten göremedikleri üzerinden hüküm yürütemeyeceklerine göre, bunların alanı çok dardır. Mesela, dünyanın güneşten koptuğu söylenmiş. Bu bugün modern ilimlerle çürütüldüğü halde, çokları hâlâ daha ezberini bozmak istemiyor ve inatla bu nakaratı saçmalamaya devam ediyor.

Bunun mümkün olmadığını, bir Alman bilgini ta 1946’larda ilan ederek ‘güneş ve dünyanın terkip (bileşikleri) çok farklıdır. Mesela güneş helyum ve hidrojenden müteşekkil bir kütledir ve dünyada da, bizim zamanımızda 104 element deniyordu şimdi 116’lardan bahsediliyor. Bir demir atomu demir kütlesinin ve bir damla su denizin özelliğini taşıdığı halde, dünya niçin güneşin özelliğini taşımıyor’ diye soruyor. Artık bu gerçeği asırlar sonra da olsa “Big Bang” ve kuantumla görmüş olduk. Halbuki Üstat Bediüzzaman 1915 ve 1916’lı yıllarda, hem de Rus cephesinde savaştığı haldeki yazdığı “İşaratü’l-İ’caz” tefsiri, Bakara Suresi 29. Ayetin tefsirinde, bugün daha yeni yeni ulaşılmakta olan “Esir tabakası”ndan bahs ederek bilmana, o boyutları sıfır olan maddeye Cenab-ı Hakk’ın tecelli ederek sıvı ve buhar olarak sema ve arzı birbirinden ta o ilk teşekkül zamanlarında ayırdığını, yoksa güneş seviyesinde iken olmadığını ifade ediyor. Big Bang ve kuantum da onu tasdik etmiş oluyor.

Demek ki, bizim kaybettiğimiz denge unsurlarından biri de, rasyonalite adına herşeyi varlık seviyesine indirerek, yani, varlık düzeyinde somutlaştırıp, kavrayacağımızı zannettiğimizi de kaybetmektir. Yani bu ufuktan ufka koşmak gibidir. Halbuki ufuklarla uğraşacağına ufukların halıkına sorsa, bu kadar yorulmaya lüzum kalmaz. İşte ateist veya materyalislerin hali pür melali budur.

Yani Bediüzzaman’ın dediği gibi “Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise maneviyatta kördür.” (Mektubat Hakikat çekirdekleri 55)

Vesselam..

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*