Nasibimizde, bu yüzyılda yaşamak da varmış…

– Her şeyi satın alabilirsin, ama bir ânı asla… –

Ne yapalım, nasibimizde bu asırda yaşamak varmış.

Gece yarısı, odamda bir karasinek. Sesinden irkiliyorum. Dışarı çıkarmak çok kolay oluyor. Odadaki ışığı açıyorum, sonra yan odadaki. Karanlığı sevmiyor, ışığa koşuyor. Ama gittiği oda soğuk. Sinek, ince bir tuzağa düşüyor.

Biz de o tuzağın içindeyiz bu asırda. Işıltılı vitrinler, ağır mobilyalı odalar, evler, bir mahalleye yetecek kadar tabak – çanak… Hâsılı dünya mâmur, mezar vîran…

Bu hâlden sızlanmaya hakkımız yok. Kendim ettim kendim buldum misali… Nefsimiz sinek gibi hep ışıltılı, pırıltılı eşyayı takip ediyor. Ama ışığı yakan kim? Bunu fark edemiyor. Sinek de bilmiyordu zaten, ne fark eder?

Korkuyorum. Günlerin birbirine benzer hâle gelmesinden korkuyorum. Asya’dan Avrupa’ya, Amerika’dan Afrika’ya kadar, yalnızız ve bîçareyiz. Yedi milyara yaklaşan insan, sanki her akşam kırılıp tuzla buz olan bu dünyayı, her sabah o dağılan parçaları bir araya getirip yeniden yapmak üzere yollara düşüyor. Mâsum çocuklar seher vakti kreşlere, okullara gönderiliyor. Herkes birbirini yolcu ediyor.

Önemli işleri olduğunu bilen birileri yok değil; onlar hep var. Abdestsiz yola çıkmayan, bir yudum suyu bile besmeleyle içen, “Allah’ım! Bugün de güzel bir gün yarattın bize. Şükürler olsun!” deyip, bir odadan diğer odaya zor arşınlayan pîr-i fâniler de var. Dünya mü’mine gurbettir. Bilenler de var.

Korkuyorum, günler birbirine benziyor diye. Tepelerin ardından bir daha gün doğmayacak diye korkuyorum. Ezanlar okunuyor, ama duyulmuyor diye korkuyorum. Küçük adımlarla, o minicik boyumuzla, kendi yapıp ettiklerimizle bir gün karşımıza dikilecek olan koca bir tarihi yazıyoruz.

Eşyanın değişmesiyle keşke biz de değişebilseydik. Evimizi boyarken, odalarımızı boyarken, keşke ruhumuzun da rengini Allah’ın boyasıyla boyasaydık. O zaman kerpiçten evlerin, toprak damlı viranelerin gülen yüzleri, bir günlüğüne de olsa misafirimiz olacaktı.

Arsız apartmanların, sefer tası gibi kat kat yükselen gökdelenlerin, güneşle aramıza girenlerin ve bizi ezip geçenlerin ettikleri az mıdır bize, az mıdır sizce? Damarlarımıza kadar zerk edilen, bilmem kimi, hangi yarışta, hangi malda, hangi alkışta geride bırakmanın çabası değer miydi bu dünya için?

Güneş her sabah kapımızı çalıyor. “Tık tık…” Ve her sabah o asırlar önceki soruyu tekrarlıyor, soruyor bize. Yûnus’a sorulduğu gibi…

“Buğday mı istersin, hikmet mi?”

Her defasında buğdayı seçiyoruz ve delik bir heybeyle ertesi sabaha, tekrar yalvarmak için aynı noktaya geliyoruz.

İmkânların çoğalmasını, maaşlarımızın artmasını istiyoruz ama bereketin artmasını bir türlü talep edemiyoruz.

Haksızlık etmeyelim. Beş lirayla gül gibi gün geçirenlere haksızlık etmeyelim. Onlar da var bu dünyada. Hatta daha azıyla yetinenler de… Nasıl geçindiklerini onlara sorun. Mutluluk eşyayla, parayla, mobilyayla, arabayla olsaydı ve alınsaydı eğer, şüphesiz onlar dünyanın en mutsuz insanları olurdu. Ama hiç de öyle değil…

Bir cami çıkışında yüzlerini seyredin isterseniz onların; ne demek istediğimi anlarsınız.

Küçücük penceresinden beş tabaklık çorbanın bir tabağını yan komşuya, bir yaşlı teyzeye götürüp vermeden içleri rahat etmeyen çok insan var. Haksızlık etmeyelim. O bir tas çorbayı götürürken yüzlerini bir seyredin onların; ne demek istediğimi anlarsınız.

Cebindeki üç şekeri yolunun üzerindeki üç çocuğa pay etmek için fırsat kollayan ihtiyarın yüzünü seyredin.

Mutluluğun tarifini boşuna kitaplarda aramayın. Yokluğundan ıztırap duydukları hiçbir şey yoktur onların hayatlarında. Onlar için, Allah vardır. Kur’ân vardır, Resulullah vardır. O sevgi, o aşk yeter de onlara artar bile. Taşar da nuranî bir sel olur. Yaşadıkları bölgeye rahmet iner. Rahmet olur onlar.

Korkuyorum bu insanların sayısı azalacak diye. Korkuyorum, gün onları görmeden doğacak diye.

Kurulsun şöyle gönlümüzce Halil İbrahim sofraları. Etrafımıza ördüğümüz sahte hayatın, taklitlerin yıkılsın şöyle bir saltanatı.

Eşyaları silelim hiç olmazsa bir odadan. Eşyalar çoğaldıkça dostlar azaldı çünkü.

Bir minder bile istemezdi dost yüreği. Koskoca bir hediyeyle gelirdi: Allah rızası… Bereketiyle gelirdi. Boşaltalım eşyaları hiç olmazsa bir odadan. O misafir odalarını, hiç olmazsa onları evin misafirlerine bırakalım. Çocuklara, yakın dostlara…

Gene ihtiyarlar o odalarda oturup konuşsun, anılarını anlatsın. Çocuklar onlardan güzel öyküler, masallar dinlesin. Sonra bir çay gelsin, limonlu. Yanında bir küçük simit. Ardından iki elma. Biri kalsın. Biri hiç kesintisiz soyulsun o narin ellerde upuzun bir kurdele gibi. Ve çocuk, şaşkın bakışlarının altında:

“Dede, ne güzel oldu!” desin.

Korkuyorum. Bu güzellikler her an gelip kapımızı çalıyor da, yoksa açmıyor muyuz? Yoksa onlar bizlere darılıp bir yerlere mi gittiler hiç gelmemek üzere? Yıldızların düştüğü yerlere mi gittiler?

Arthur Rimbaud bizimle bu duyguyu paylaşıyor hemen. Şöyle diyordu: “Yalnızca ilâhî bir sevgi, bilginin anahtarını teslim eder. Daha geçenlerde, yine eski zaman şöleninin anahtarını aramayı düşündüm. Böylelikle belki de iştahım tekrar yerine gelir diye.”

Sizi biraz meraklandıralım: ‘Bu anahtar neymiş acaba?’ diye araya girelim hemen.

Arthur Rimbaud sözünü tamamlasın:

“Bu anahtar, komşuyu sevmektir.”

Komşu niçin sevilir ki? Sevmek, Allah “Sev” dediyse güzeldir. Komşuyu komşuya bu kadar yakın eden mesaj, ne güzeldir…

Kölelik kalktı diyorlar ama inanmayın siz. Ruhlardaki kölelik, eşyaya bağımlılık, yollara, arabaya bağımlılık, telefonlara bağımlılık, televizyona bağımlılık, maalesef modern bir köleliğin işaretleri oldu yaşadığımız yüzyılda.

Ne yapalım… Bizim de payımıza böyle bir yüzyılda yaşamak düştü.

Korkuyorum günlerin kıymetini bilmeden yaşamaktan. Korkuyorum günlerin birbirine benzemesinden. Birbirine benzer günleri aynı şekilde yaşamaktan korkuyorum.

Açıyorum kırmızı kaplı kitapları ve bir cümle gözüme ilişiyor, yönümü değiştiriyor:

“Ey nefis! Bil ki dünkü gün senin elinden çıktı. Yarın ise senin elinde sened yok ki, ona mâliksin. Öyle ise hakikî ömrünü, bulunduğun gün bil. Lâakal günün bir saatini, ihtiyat akçesi gibi, hakikî istikbal için teşkil olunan bir sandukça-i uhreviye olan bir mescide veya bir seccâdeye at. Hem bil ki: Her yeni gün, sana hem herkese, bir yeni âlemin kapısıdır.” (Sözler, 246)

***

İzninizle aradan çekiliyorum; Mevlânâ’nın duasına yer açıyorum:

“Ey âlemin yaratıcısı! Kasvetli, kararmış, katılaşmış, adeta taş gibi olmuş olan kalbimizi mum gibi yumuşat! Feryâdımızı ve âh-u vahımızı hoş eyle ki, rahmetini celb etsin, çeksin. Bizi köle gibi kullanan bu serkeş nefisten bizi satın al. O nefis bıçağı kemiğe dayandı. Zulmü canımıza yetti.

Yâ Rabbi! Sana ne arz edeyim? Çünkü Sen gizli ve açık her şeyi bilirsin.

Rabbimiz! Sana kavuşacağımız, seninle buluşacağımız gün, bizi nurlandıkça nurlandır.

Rabbimiz! Günahlarımızı affet, bize mağfiret elbisesi giydir.

Rabbimiz! Bizim insanlarla aramızda olan dargınlıklar, kırgınlıklar ancak bedenimiz yüzündendir.

Rabbimiz! Şu beden duvarının ötesindeki dostluk bahçesi, aşk bahçesi ne de güzel bir bahçedir, ne de hoş bir bahçedir.

Rabbimiz! Şu duvarı kaldır da aradaki engel, aradaki düşmanlıklar yok olsun.

Rabbimiz! Gerçekten de günahlarımız yüzünden Senden utanıyoruz ve Senden özür diliyoruz.”

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*