Said Nursî 100 yıldır uyarıyor

Türk-Kürt kopuşunun merkezi dağıtacağını Sultan Reşad′dan Menderes’e kadar dile getirmiş ve karşı sosyolojik tedbirler alınmasını istemiştir.

Etnik Sosyoloji

18’inci yüzyıldan itibaren oryantalist misyonerlerin mensubu oldukları devletlerin elçilikleri ile el ele vererek uyguladıkları politikalarla sosyal ve kültürel bilincin giderek Osmanlı’ya mensubiyet bağlarını kopardığı bilinmektedir. Hıristiyan tebaa, hattâ farklı etnik kimlikli Müslüman tebaa üzerinde yapılan çalışmalarla, Osmanlı veya Müslüman kimliği bir sosyal tutkal olmaktan çıkarılmış, siyasî örgütlenmede etnik temel öne çıkarılarak Osmanlı tebaasının sosyolojik entegrasyonunu tahrip eden bir süreç başlatılmıştır. Bu süreçte kullanılan etki sistemi, “etnik sosyoloji” dir.

Osmanlı toplumunda Müslüman kimliğin sağladığı dayanışma kapasitesi, öncelikle bu üst kimliği hedef hâline getirmiştir. Ana strateji, İslâm sosyolojisinin devre dışı bırakılması olmuştur. Ana sosyolojik taktik ise, etnik sosyolojinin devreye sokulmasıdır. Etnik kimliklerin dışlayıcılığının güçlendirilmesi ile İslâm toplumları Müslüman kimlik bağlamından, etnik kimlik bağlamına indirgeneceklerdir. Yani, hedef dayanışma bağlamı olmuştur. Çünkü, İslâm sosyolojisinden kopuş, toplumun etnik kimlik üstü bütünleşme ve dayanışma mafsallarının kopmasını sağlayacaktır. Böylece, Müslüman toplum, farklı etnik kimliklerin dar sınırları içine hapsedilmiş etnik toplumlara dönüşecektir. Toplum, birlik, bütünlük ve dayanışma bağlamı etnik kimlik olan çok sayıda birbirine kapalı, ancak her biri dış müdahaleye  açık parçalara ayrılacaktır.

Batı’lı güçlerin ve bölgesel müttefiklerinin sosyolojik savaş stratejisi, etnik sosyolojidir. İslâm bölgesini, etnik sosyoloji sürecinde tutarak, etnik kesimleri karşılıklı olarak birbirlerine karşı organize etmişlerdir. Böylece etnik sosyoloji stratejisi ile İslâm toplumlarının büyük boy dayanışması ve bunun yol açtığı siyasî ve askerî güç manipüle edilmiş ve hâlen de bu sürdürülmektedir.

“Etnik kimlik” kavramını, sadece aynı soya mensubiyet ile sınırlandırmamak gerekir. Çünkü, mezhep ırkçılığı, cemaat ırkçılığı, hattâ lider ve bölge ırkçılıkları da etnik kimlik kapsamında bulunmaktadır. Oryantalist misyonerler aracılığı ile tüm bu boyutları ile oluşturulan etnik sosyoloji, Osmanlı’nın etnik kimlik, mezhep ve benzeri farklılıklar temelinde bölünerek medeniyet içi çatışmaya sürüklenmesine ve tarih sahnesinden silinmesine temel oluşturmuştur. Osmanlı’ya öldürücü darbe vuran geçmişteki Türk-Arap kopuşunun da, günümüzde gerçekleştirilmeye çalışılan, Türk-Kürt kopuşunun da, Türk ve İslâm dünyasındaki mezhep ve cemaat dışlayıcılıklarının da arkasında etnik sosyoloji silâhı bulunmaktadır.

İslâm’a Karşı İslâm Stratejisi

Bir toplumun sosyolojik bütünlüğünün parçalanması için, o toplum içinde farklı etnik ve dinî kimliklere dışlayıcı özellik kazandırılması gerekir. Yani sosyolojik savaş, açık toplumu kapalı topluma dönüştürür. Sosyolojik savaş, açık toplumu öncelikle etnik farklılıklar temelinde, aynı etnik kimliğe sahip kesimleri ise cemaat, mezhep ve lider aidiyetlerinin çizdiği sınırlarla birbirine kapalı özelliklere kavuşturmaktadır. Âdeta, farklı cemaatler arasında farklı mezhep ilişkisi, farklı mezhepler arasında ise farklı din ilişkisi oluşturmaktadır. Farklı cemaat ve mezheplerin, mensup oldukları cemaat ve mezhebe dışlayıcı bir bağlılık göstermesi, aynı dine mensup gruplar arasında üst düzeyde bir dayanışma ortaya konulmasını engelleyecektir.

Osmanlı’nın parçalanmasında, misyoner okullarında eğitilen “etnik ve kültürel liderler” bilerek veya aldanarak Batı politikalarına hizmet etmiş ve Osmanlı’yı önce psikolojik, daha sonra sosyolojik ve en nihayetinde coğrafi ve siyasî olarak ayrıştırmada birer sosyolojik aktör olarak kullanılmışlardır. Günümüzde en yıkıcı boyutlarıyla Irak, Afganistan, Türkiye, Suriye ve Mısır’da yaşanan toplum ve medeniyet içi çatışmalar, bu sosyolojik müdahale sürecinin bir uzantısı olarak algılanmalıdır. Diğer İslâm ülkeleri de aynı şekilde medeniyet içi çatışma potansiyeline kavuşturulmuş bulunmaktadır.

İslâm toplumlarının değişim kuşakları, stratejik sosyolojik saldırı hedefleri arasında önemli bir yere sahiptir. Hedef toplumların değişim kuşaklarının, toplumunu değişim esnekliğinin bulunmadığı kültürel ve manevî kimlik alanlarından değişime zorlamaya şartlandırılması, bu ülkelerde, değişim kuşaklarını medeniyet içi çatışma unsuru hâline getirmiş ve böylece karşılıklı cepheleşme ile başlayan sosyolojik savaşa, cephe içi çatışma karakteri kazandırılmıştır. Bu medeniyet içi çatışma kuşaklar arasında geçiş yapmaktadır. Çünkü, dünün değişim kuşağı, günümüzün statüko kuşağıdır ve çatışma, statüko kuşağı-değişim kuşağı arasında sürüp gitmektedir. Günümüzde Tahrir ve Adeviyye’nin sembolize ettiği bu kuşak farklılığı bütün İslâm toplumlarında inşa edilmiş bulunmaktadır. İslâm toplumları, faklılıklarının siyasallaştırılması ile kendi medeniyet dünyasından koparıldığı gibi, aynı şekilde, farklı kimliklerin siyasallaştırılması ile de kendi medeniyet köklerine dönüşü önlenmektedir.

Çözüm Süreci, Bediüzzaman ve Sosyolojik Savaş

Bediüzzaman, “Mesnevî-i Nuriye” isimli eserinin “Hubab” bölümünde, Türkiye’nin ve İslâm dünyasının maruz kaldığı saldırıları, klasik bir askerî saldırının ötesinde asimetrik bir saldırı türü olarak niteler: “Âlem-i küfür, bütün vesaitiyle, medeniyetiyle, felsefesiyle, fünunuyla (ve sanayi silâhı ile), misyonerleriyle âlem-i İslâma hücum” ediyor diyerek; bu saldırı türüne karşılık veremediğimizden dolayı, “maddeten uzun zamandan beri galebe etti” teşhisinde bulunuyor. Bediüzzaman’ın saydığı bu silâhların tabiatına dikkat edersek, bu saldırı silâhları askerî değil sosyolojiktir. Yine, saldırıyı yapan tarafın “âlem-i küfür” olarak nitelenmesi de mukabelede, sosyolojik mukabele sisteminin etnik veya mezhebik temelde değil, topyekün “âlem-i İslâm”ın bütünlüğü temelinde kurulması gerektiğini göstermektedir. Bu mukabelede, etnik milliyetçiliğe, mezhepçiliğe ve cemaatçiliğe saplanmış kesimlerin, karşı taraf cephesine konuşlandırılan sosyolojik dinamikler olacağı eserlerinin diğer bölümlerinde ayrıntısı ile anlatılmaktadır. Özellikle, İslâm’ın merkez ülkesi olarak nitelediği Türkiye’nin etnik sosyoloji ile tehdit altında bulunduğunu, Türk-Kürt kopuşunun merkezi dağıtacağını ta Sultan Reşad döneminden, Adnan Menderes’e kadar dile getirmiş ve karşı sosyolojik tedbirler alınması gerektiğini savunmuştur.

Bediüzzaman, medeniyet içi ihtilâfların-ki bu ihtilâfların etnik kimlik, mezhep, cemaat ihtilâfları olduğunu sürekli vurgulamıştır- sadece Türkiye’nin değil, bütün İslâm bölgesinin de perişaniyetine ve harici düşmanların “bizi istibdad-ı manevîleri altında ve maddeten ezmelerine” yol açtığını belirterek, etnik, mezhebi veya cemaat çağrıştıran bir unvanla değil, ortak bir üst kimlik unvanı ile şöyle seslenir: “Ey mü’minler! Ehl-i iman aşiretine karşı tecavüz vaziyetini almış ne kadar aşiret hükmünde düşmanlar olduğunu bilir misiniz? Birbiri içindeki daireler gibi yüz daireden fazla vardır. Her birisine karşı tesanüd (dayanışarak-ittifak) ederek, el ele verip müdafaa vaziyeti almaya mecburken, onların hücumunu teshil etmek(kolaylaştırmak ve yardımcı olmak), onların harîm-i İslâma girmeleri (İslâm dünyasını işgal etmeleri) için kapıları açmak hükmünde olan (yani düşmana kalenin kapısını açmak anlamına gelecek) garazkârâne tarafgirlik ve adavetkârane inat (yani medeniyet içi ihtilâflar), hiçbir cihetle ehl-i imana yakışır mı? O düşman daireler, birbiri içinde size karşı zararlı bir vaziyet alan, birbiri arkasında size hiddet ve hırsla bakan, belki yetmiş nevi düşmanlar var.”

Bediüzzaman, etnik kimlik odaklı bir dayanışmanın, keza medeniyet içi ihtilâfların İslâm davasına ihanet olduğunu, “Mektubat” isimli eserinin 26. Mektup bölümünde, “Lem’alar” isimli eserinin 20 ve 21’inci bölümlerinde ayrıntısı ile izah etmiştir.1 Bediüzzaman’a göre medeniyet içi çatışma özetle: “Haricî düşmanların zuhur ve tehacümünde (saldırılarında) dahilî adavetleri (iç ihtilâfları) unutmak ve bırakmak” olan bir maslahat-ı içtimaiyeyi en bedevî kavimler dahi takdir edip yaptıkları hâlde, şu cemaat-i İslâmiyeye hizmet dâvâ edenlere ne olmuş ki, birbiri arkasında tehacüm (hücum) vaziyetini alan hadsiz düşmanlar varken, cüz’î (küçük) adavetleri (ihtilâfları) unutmayıp düşmanların hücumuna zemin hazır ediyorlar? Şu hâl bir sukuttur, bir vahşettir, hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye bir hıyanettir.”

Bediüzzaman, yazmış olduğu eserleri ile sadece Türk’ü ve Kürd’ü ile Türkiye’nin değil, İslâm dünyasının ve hattâ bu eserlerin kırk ayrı dile çevrilmesiyle tüm insanlığın ortak bir değeridir. Bediüzzaman ortak paydasında kardeş olmuş ve Türkiye’nin birlik ve bütünlüğünü savunan önemli bir Türk ve Kürt kitlesi vardır. Bu kitle müstakbel birlik ve bütünlüğün sosyolojik nüvesidir. Bu sosyolojik nüveden hareketle inşa edilecek sosyolojik süreç, Türkiye’ye yöneltilen etnik sosyoloji saldırısına uygun bir mukabele sistemi oluşturacaktır.

Türkiye’nin ve TSK’nın Uygun Mukabele Stratejisi Var mı?

Sosyolojik savaşlarda, kimlik alanlarının yanında, özellikle toplumların sevk ve idaresinde belirleyici olan zihniyet alanları da hedef alınır. Bu alanların  biçimlendirilmesi esastır. Etnik temelde toplumsal yapısının çözülmesi hedeflenen ülkelerde, etnisiteyi temsil eden kurumların ve liderlerin aktör olmalarına süreklilik kazandırılır. Sözünü ettiğimiz sosyolojik savaşta, en çok sosyolojik saldırıya maruz kalan kurumlar askerî kurumlar, siyasal ve ekonomik kurumlardır. Bu kurumların planlanan sosyolojik fonksiyonlara kavuşturulması, hedef toplumlarda etnik kimlik algısının hâkim kılınmasına paralel olarak yürütülen bir sosyolojik operasyon olarak karşımıza çıkmaktadır. Sosyolojik savaş, hedef toplumun sosyolojik dinamiklerini, kendi cephesine konuşlandırma esasına dayanır. Bu dinamikler birbiri ile çatışırken, aslında karşı tarafın saflarında yer aldığını anlayamaz.

Etnik sosyoloji, toplumun etnik temelde ayrışmasını besleyen dinamikleri devrede tutmaktadır. Sosyolojik savaş karargahları, aynı tek toplumda, ayrışmaya ve giderek çatışmaya sebep olabilecek kimlik sınırları oluşturma stratejisi izlemektedirler. Stratejinin en fonksiyonel taktik aracı ise, etnik sosyolojidir. Ayrışma ve çatışma, etnik sosyolojinin semptomları olarak ortaya çıkmaktadır.

Ülkemizde, etnik sosyolojiye karşı sosyolojik bir karşılık verilmemekte, bilakis, etnik sosyolojiyi şiddetlendiren yanlış stratejiler izlenmektedir. Bu yanlış stratejiler sayesinde, askerî, siyasî ve ekonomik enerji ayrışmaya ve parçalanmaya yönelik sosyolojik süreçleri devrede tutan; bütünleşmeye ve kaynaşmaya dönük sosyolojik süreçleri engelleyen zararlı işlevler kazanmaktadır. Bütünleşme sürecini devreye sokacak kültürel dinamiklerin devre dışı kaldığı bir ortamda, sosyolojik süreç ayrışma yönünde işleyecek; kültürel hakların tanınması adı altında dayatılan reformlar, alt kimlik dayanışmasını daha da besleyecektir. Bu reformlar ne kadar iyi niyetle yapılırsa yapılsın, alt kimlik dayanışmasına sürüklenmiş kitlelerde ayrışmayı hızlandıracaktır. Çünkü, etnik sosyoloji, istekleri giderek büyüyen, büyüdükçe daha çok taleplerde bulunan ve bu taleplerinin karşılanmadığını görünce de ayrı bir devlet talebine kadar gelip dayanan bir siyasal sürece yol açacaktır.

KAYNAK:
1-  Ayrıca bakınız : http://www.koprudergisi.com/index.asp?Bolum=EskiSayilar&Goster=Yazi&YaziNo=248

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*