Tahta kaşığın arkadaşlığı

alt

“O benim otuz senelik arkadaşımdı.”

Selahaddin Çelebi eskimiş, işe yaramaz bulduğu kırık tahta kaşığı çöpe atıp çarşıdan yeni bir tane alınca iktisat sultanı merakla sorar. “Benim tahta kaşığım nerede?” Çöpte olduğunu öğrenince çıkarılıp kendine getirilmesini ister ve ardından ders verircesine yılların eskitemediği beraberliklerini dile getirir. Tam otuz yıllık birlikteliktir bu! Eşya ile insan arasındaki ilişkinin mümtaz ve ibret dolu misalidir.

Tahta bir kaşığa atfedilen arkadaşlık nişanesi. Hadiseyi kitaptan okusam da bunlar hikaye değil, gerçeğin kendisi. Eşyanın değeri, bizzat varlığında gizli. Yılların devşiremediği, zamanın unutturamadığı bir dostluk örneği. Köhne, rutubetli, güneş görmeyen hapishaneleri gezdiler beraber, sürgüne gittiler memleketin dört bir bucağına. Hummalı ve şevkli çalışmaların renkli, mis kokulu meyvesinin yazılışına da şahit oldular keyfî polis baskınlarına da. İnşa ettikleri hatıralar Babil kuleleriyle yarışırdı, öylesine çok öylesine bereketliydi.

Sahi, hangimizde uzun yıllara dayanan, hayret ve takdir uyandıran o vefa duygusundan eser var şimdi? Vefa… O şimdi sadece bir semt adı, değil mi?

Eski, kırık kaşığını hâlâ kullanılabilir olarak kabul eden ve eşyayı olduğu gibi değerlendiren nurların Üstadı dünyanın en zenginiydi. Sahip olduğu her şey kullandıkça kıymet kazanıyordu. Peki ya bizimkiler?

Yenisini, daha güzelini, en iyisini al, anlayışının anbean pompalandığı dünyada harcadıkça zenginleştiğimiz sanrısına kapılıyoruz. Oysa evler, dolaplar eşyalar ile ağzına kadar doldukça hiçbir şeyden tat alamaz hâle gelmiyor muyuz?. Hislerimiz zarar görüyor, farkına varamıyoruz. Tükettikçe hedonizmin kölesi kimliğini kazanırken mutlu olduğumuz yanılgısı sarıp sarmalıyor her lahzada.

Bırakın otuz yılı, hangimizin on yıllık geçmişe sahip herhangi bir eşyası var? Cep telefonları, bilgisayarlar ve sair aletler gelişen teknolojiyle yenilenirken, kıyafetlerimiz, mobilyalarımız, perdelerimiz değişen modayla demode bulunurken neyin vefasını taşıyabiliriz bugün biz? Kendimizi bir başkasının tasarladığı bir dünya üzerinden modellerken neyin özgürlüğünden bahsediyoruz?

Bir sepete doldurup varımızı yoğumuzu, çıkabilir miyiz yolculuklara?

Tırlar dolusu eşyalar, gönlümüzde kırık bir tahta kaşık hükmünde değer arz etmiyor. Çabucak yokluğa mahkum ettiğimiz her biri vazifesini yapamadan terk ediliyor. Onlarla ne geçmiş yazabiliyoruz kendimize ne gelecek!

Akabinde buhranlar, hafakanlar… Ağzımızda buruk bir tat, göğsümüzde endişe veren bir ağrı. Hep aynı soru kafamızın içinde dönüyor: Niçin mutlu değilim, niçin?

Benzer konuda makaleler:

1 Yorum

  1. Üstad elbette iktisat sahibidir fakat Üstad’ın o hadisede kaşığını sorması iktisattan dolayı değil vefadan dolayıdır.
    “O kaşık benim 30 yıllık arkadaşımdı!” sözü bunu yeterince açıklamıyor mu?

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*