Tefekkür

Tefekkür, ‘düşünmek, fikri belli bir sahada çalıştırmak’ demektir. İnsanın istidadındaki genişlik ve zenginlik, onun fikir dünyasına da aksetmekte ve tefekkürünü zenginleştirip, çeşitlendirmektedir.

Tefekkür başlıca iki sahada gerçekleşir: Nefis ve afak, başka bir deyişle ‘insanın kendi zatı’ ve ‘harici âlem’dir. Birincisine enfüsi, diğerine afakî tefekkür denilmektedir. Enfüsi tefekkür, nefse ait olandır. Yani kendi varlığı üzerinde kafa yorulmasıdır. Enfüsi tefekkürün iki ayrı sahası vardır: birisi ruh, diğeri ise bedendir. Afakî tefekkür ise, bizden harici olanları, bedeni kuşatan hava tabakasından yıldızlara ve ötelere kadar bütün kâinatın düşünülmesi, tefekkür edilmesidir. 1

Risâle-i Nur; tasavvuftaki ‘Murakabe yani kendi iç alemine bakma, nefsini kontrol altına alma, Allah tarafından sürekli denetlendiğine inanma’ dairesini, Kur’ân-ı Kerîm yolu ile genişleterek, ona bir de tefekkür vazifesini en mühim bir vird olarak ilâve etmiştir.

Evet; insanın gözüne gönlüne bambaşka ufuklar açan bu “tefekkür” sebebiyle sadece kalbinin mürakabesi ile meşgul olan bir marifetullah yolcusu, kalbi ve bütün latifeleriyle birlikte zerrelerden kürelere kadar bütün kâinatı azamet ve ihtişamı ile seyir ve temaşa, murakabe ve müşahede ederek, Cenâb-ı Hakk’ın o âlemlerde bin bir şekilde tecelli etmekte olan Esma-i Hüsnâsını, yüce sıfatlarını kendinden geçerek, feyizlenip görerek, sonsuz bir mâbedde olduğunu aynelyakîn, ilmelyakîn ve hakkalyakîn derecesinde hissetmektedir. Çünkü içine girdiği “Mâbed” öyle ulu bir mâbeddir ki; milyarlara sığmayan cemaatin hepsi aşk ve şevk, huşû ve istiğraklar içinde Hâlıkını zikretmektedirler. Risâle-i Nur’un açtığı iman ve irfan ve Kur’ân yolunu takip eden, işte böyle muazzam ve muhteşem bir mâbede girmekte ve herkes de iman ve irfanı, feyiz ve ihlâsı nisbetinde feyizle dolmaktadır.2

Yüce Allah Kur’ân-ı Kerimde “Semaların yerin mülkü Allah’ındır. O Allah her şeye kadirdir. Muhakkak ki semalarda ve arzda bulunan her şeyde, gece ve gündüzün deveranında akıl sahipleri için hikmetler, Allah’ın varlığına ve birliğine, gücüne ve kudretine deliller vardır. O akıl sahipleri gece gündüz, ayakta gezerken ve otururlarken ve hatta yanları üzerine yatarlarken yerde ve göklerde Allah’ın kudreti ile yarattığı şeyleri düşünürler ve ‘Rabbimiz, sen bunları boşuna yaratmadın. Senin yarattığın varlıkların seni meth-ü sena ettiklerini görerek biz de seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru’ derler.”3 buyurarak kendisine iman eden kullarını varlıklar üzerinde araştırma yapamaya ve düşünmeye sevk etmektedir. Yani tefekküre teşvik etmektedir. Ayrıca, “Düşünmez misiniz?”, “Akıl etmez misiniz?” ikazlarını sıklıkla tekrar eden Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, bu ayetlerle tefekkürün önemine dikkatleri çekmektedir.

Allah’ın yarattığı varlıkların özelliklerini araştırmak ve neye yaradıklarını araştırmak ve onlardaki harika olan hususları keşfetmek ve bundan hem Allah’ın onlarda tecelli eden esma ve sıfatını öğrenmek, hem onların insanlara faydalarını ortaya çıkarıp insanlığa faydalı olmak iki nevi ibadettir. Hem tefekkürdür, hem ilimdir, hem de hikmettir. İnsanlığa faydalı şekilde kullanmak ve hayatı kolaylaştırmak ise hem teknik hem sanattır. Bunun için Peygamberimiz (asm) “Tefekkür gibi ibadet yoktur” buyurmuşlardır. Ayrıca “Bir saat tefekkür, bir sene nafile ibadetten daha hayırlıdır”4 ferman etmişlerdir.5

Tefekkür, varlıklara mana-yı harfi ile bakış, ifadelerini anlamak arzusu ile kâinatı kitabını okumak; mülkten melekûta, eşyadan esmaya seyahattir. Tefekkür; acz, fakr ve şefkat zemininde yeşerip, gelişmektedir. Çünkü harfin silinip mananın ortaya çıkması önce benlikte başlamakta ve daha sonra varlıklar ve tabiat ile devam etmektedir. Benliğin ve tabiatın, yani masivanın kendilerindenmiş gibi sergilediklerinin aslında, Yaratıcının varlıklar diliyle kendini ve kendi güzelliklerini ifadesi olduğu anlaşılmaktadır. “Ben” ve “varlıklar” da ise hiçbir güzelliğin, kendilerine ait hiçbir özelliğin olmadığı idrak edilebilmektedir. Bunun sonucunda bütün sevgiler, hazlar, aşklar gerçek istikametine, Yaratıcısına yönelebilmektedir. Aczini ve fakrını, Halık-ı Zülcelâl karşısında hiçliğini anlayan, benliği ve varlıkları aradan çıkarıp “Yaratılanı Yaratan’dan ötürü” seven insanda, sevgi şefkate dönüşmekte, böyle bir zeminde aklın ürünü olan fiiller, her türlü düşünce varlıkların, kendinden çok manasını ifade etmekle değer kazandığı bir ortama zemin hazırlamaktadır. Acz, fakr, şefkat ve tefekkür arasında birinin diğerine zemin hazırladığı bir ilişki vardır. Acz, fakr ve şefkatle tefekkür ortaya çıkmaktadır. Tefekkür acz, fakr ve şefkati ziyadeleştirmektedir. Ziyadeleşen tefekkür ile acz, fakr ve şefkat hissi artmakta ve böylece ala-yı illiyyine doğru bir yolculuk başlamaktadır.6 Bu marifetullah yolculuğunda, Allah’ın acz ve fakrı kuşatan Rahman ismine, şefkati tazammun eden Rahim ismine ve tefekkürü tazammun eden Hâkim ismine en geniş şekilde mazhariyet kazanan Peygamber Efendimiz (asm) olmuştur.

Dipnotlar:
1- Başar, A. Kelimeler ve Cümleler, Zafer Yayınları
2- Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Neşriyat
3- Âl-i İmran, 190-191.
4- Keşfu’l-Hafa, 1: 400.
5- http://www.fikirbahcesi.org/risale-i-nur/tefekkur.html
6- http://www.risaleinurenstitusu.org/index.asp?Section=Enstitu&SubSection=EnstituSayfasi&Date=12/15/2000&TextID=111

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*