Yüceliğe en lâyık olan Allah´tır

Her insan ayrı bir âlem ve her insan ayrı bir kişilik olarak varlık içinde yer almakta ve kâinatla, çevresiyle uyum sağlamaktadır. Bu uyum esnasında zaman zaman varlığın çarkları ile uyum yönünde sürtünmeler yaşanabilmekte ve varlık çarkları ferdin âlemi ile ahenk seyrinde bazı zamanlar acılar yaşatabilmektedir.

Varlık âlemi içinde temel problemi, varlığı ve kendini tanımlamak olan fert, çevresinin ve olayların ruh boyutunda oluşturduğu fırtınalar ve dalgalanmalara karşı ayakta kalabilmek için kuvvelere tutunacaktır.

Kendisi için yararlı olan şeyleri benliğine yöneltmeye çalıştığı “şehevî” kuvveleri, zararlı şeyleri benliğinden uzak tutmaya çalıştığı “gadabî” kuvveleri ve faydalı ve zararlı olanları ayırt etmeye yarayan “aklî” kuvveleri varlık âleminin kargaşası içinde ferde bir yol çizer. Bu kuvvelerin tezahürleri günümüz psikiyatrisinin terminolojisine “dürtüler” olarak girmiştir. Bunların vasat ve her iki yöndeki aşırılık noktalarından geçen fertler adedince kişilik tipleri, varlık âlemi içinde ve sosyal hayatta bir yer edinme gayreti içindedir. Arzular, hırslar, ihtiraslar, sevgiler, menfaat çatışmaları, mücadele ve kin, nefret, aşk gibi duygular bu tablonun sosyal hayata yansıması olmalıdır.

Bu yapı içinde her fert önemli olmak, saygın konumda olmak, kaale alınmak ister. Bu aslında imtihanının ve insanlık tanımının merkezinde yer alan benlik duygusunun hayata yansımasıdır. Bu tanım, Rabb-i Rahim’den bağlantısı kopuk ve varlık âlemi içinde tek başına bir benlik şeklinde olursa yukarıda sıralananların her biri duygusal çatışmalara ve stres faktörlerine dönüşecektir. Bu kargaşa içinde kendi tanımını netleştiremeyen fert, bir topluluk mensubu olma ve grup oluşturmaktan kaynaklanan bir güç hissetme eğilimi içine girecektir. Bu şekilde bahsettiğimiz stres faktörleriyle baş etmeye çalışır. İç çatışmaları, kompleksleri, umduğunu bulamama ve zaman zaman çaresizlikleri ile yüzleşir. Bunların doğurduğu taşkınlıklar ve saldırganlıklar, çoğunlukla toplumun genel değer yargıları tarafından frenlenir. Bu, Freud’un yaklaşımı ile egonun süper ego tarafından baskılanmasıdır. İşte, bu noktada yüceleştirme mekanizması devreye girecek ve bu mekanizmanın yürütülmesinde futbol çok önemli bir boşluğu dolduracaktır. Bu faaliyetler içinde fanatiklik boyutuna varan ölçüde yer alan kişiler bir gruba mensubiyetin güven duygusunu, başarılarla yaşanan gururu, stresini toplumun makul karşıladığı zeminlerde tezahüratlarla boşaltma imkânını bulacaktır. Farkında olmadan şuur altındaki problemlerin cevabını bulduğu bu faaliyeti içindeki savunma mekanizması ve dürtüleri yüceleştirecektir.

Aslında bu da benliğin maddî alana yönelişi, maddeyi ve insanları yüceleştirici konuma gelmesi ile problemleri daha çetrefilli hâle getirir. İnsan kendi aklının ürettiği çözüm yolunda gayesinden ve yaratılış anlamından uzaklaşmanın sıkıntısını yaşar.

Her şeyde olduğu gibi, bu durumda da istikamet Halık-ı Külli Şey’ ile bağlantılı, O’ndan olduğu bilinen bir varlık anlayışı ile mümkündür. Mensubiyet duygusunun en istikametli şekilde hissedileceği durum, benliğin nübüvvet silsilesi ile yani Hazret-i Âdem’den (as) Hazret-i Muhammed’e (asm) kadar insanlık âlemine dal budak salmış iyilik ağacının zamana uzantısıdır. Asra uzanan dalında bir meyve olduğunu hissetmek mensubiyet duygusu adına yaşanabilecek en güzel hal olmalıdır. Kendine yansıtarak ve grup psikolojisi içinde, mensubu olduğu gruptan birilerinin şerefiyle şereflenmek ve varlığını anlamlandırmak için insanlık nevinden Hazret-i Muhammed (asm) gibi bir şahsiyetin çıkmış olması yeter. Böyle bir gruba mensubiyet ve öyle bir zatın (asm) yüceleştirilmesi ile kendi varlığını anlamlı kılmak, sosyal hayatın ve benliğin en yüce noktası olmalıdır. Bu hal benliğine, varlığa ve sosyal hayata benlik adına değil, Halık adına bakmanın işaretidir. Varlığı kendi içinde ve maddî planda anlamlandırmakla sahipsiz, çaresiz ve başıboş algılanan bir âlem yerine her şeyin gücünü ve bütün özelliklerini Kadir-i Külli Şey’den aldığı kontrollü ve isitikametli bir âlem algısının ferdî plandaki emniyetini yaşamaktır.

Bütün savunma mekanizmaları, istikametinde kullanıldığında, yani sırat-ı müstakîm üzerinde olduğunda, ferdin maddî ve manevî hayatını kolaylaştıran nimetlerdir. Ancak, mülk âlemine, sınırlı ve maddî dünyanın içine haps olmuş, her şeyin kendi benlik ve varlık alanına yer açmak için mücadele içinde olduğu bir algıda, bu mekanizmalar hep savunmanın, kaçışın, kendine ve âleme yabancılığın sonucu, hissedilen vahşetten uzaklaşmanın zemini olacaklardır. Bu anlamda, büyütülen, yüceleştirilen, putlaştırılan ve ardından medet umulan hiçbir dünyevî ilahın, maddeden oluşmuş putun, vehmî bir güce dayanan unsurun faydası olmayacaktır. İnsanlık tarihi bu türden, yüceleştirilmiş, ilâhlaştırılmış nefsin kendinde görmek istediği kudret, yansıtılmış putların enkazları ile doludur. Yani, kendilerine bile hayırları dokunmayan bu yücelerden beklentiler boşa çıkmaya mahkûmdur.

Özünde acz ve fakr olan fert bunların oluşturduğu duygu çatışması ve stresten kurtulmak için bir anlamda yüceleştirme mekanizmasına muhtaçtır. Ancak yüceleştirilmeye en lâyık olan, bütün sıfatları ile ekber olan Zât-ı Zü’l-Cemâl ve maddî âlemde O’nun güzelliklerini en iyi şekilde yansıtan Hazret-i Muhammed’dir (asm). İnsan bütün yüceleştirme potansiyelini Hazret-i Muhammed (asm) aracılığı ile Rabb-i Kerim’e yöneltirse hem bu mekanizma istikametini bulmuş olacak, hem de insana tarifi imkânsız bir duygu ve Allahu ekber mânâsını yaşatacaktır.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*