Yunanistan sınırındaki İKRAM-I İLÂHî

Yunanistan’a geçmek için geldiğimiz İpsala Sınır Kapısında ‘Acaba çok bekler miyiz? Kontrolde sıkıntı çıkarırlar mı?’ soruları eşliğinde Yunan görevlinin önüne geldik. Ancak ikram-ı ilâhî olarak bagaj kapağımız açılmadan, görevlinin ‘Haydi güle güle’ sözü eşliğinde sınırdan geçtik. ‘Keşke biraz daha fazla kitap koysaydık’ diye de konuştuk.

Rahmetli dedem anlatırdı, Yunanistan ile Lozan sonrasında yapılan ‘mübadele’ ile alâkalı annesinden dinlediklerini. “Ben 2 yaşındaymışım…” diye başlardı konuşmasına. En çok tekrar ettiği kısım ise, başlangıçta yerleştikleri Sinop ilimizde deniz kıyısında boğulma tehlikesi geçirdikten sonra Kocaeli’nin Karamürsel ilçesine yerleşmeleriydi. Dedem Selanik merkeze yakın Dar(ı)ova’dan göçtüklerini söylerdi. Gerçi üç günlük Yunanistan seyahatimizde, programımız elvermediği için Selanik’e yolumuzu düşüremedik. Araya şu notu düşmekte fayda var: Mübadelede Yanya, Selanik, Drama, Kavala, Vodina ve Girit’ten Türkiye’ye gelen nüfus, Doğu Trakya ve Batı Anadolu’da Rum azınlığın ayrılışı ile boşalan yerlere iskan edilmişler. Mübadillerin yoğun olarak iskan edildikleri şehirler ise az çok herkesin bildiği üzere Adana, Edirne, Balıkesir, Samsun, İstanbul, Tekirdağ, Kırklareli, İzmir, Kocaeli, Mersin, Manisa, Çanakkale ve Bursa. Hasılıkelâm; ecdad memleketini göremeden geri gelmek zorunda kaldım.

Yukarıda “mübadele” dedik, gezi notlarımı yazmamın daha doğrusu ‘ecdad toprağına” gidişimizin sebebi mübadelenin izini sürmek değildi. Oraya gidişimiz Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin müjdesine, eserlerindeki izlere münhasırdı. Üstad’ın Tarihçe-i Hayat’ının en sonunda bir mektup vardı Hafız Ali (Reşat) imzalı. Ve hemen ardında da bir fotoğraf. Fotoğrafın altında da “Türkiye’de neşrolan Risale-i Nur Külliyatından istifade ederek Kur’ân nuru ile nurlanan Avrupa’daki Nur Talebelerinden bir grup hocaları ile birlikte.”

Bu notun adeta izlenecek rotalardan birini ifade ettiğini, yola revan olup oralarda “o nur talebelerinin varisleri” ile tanışınca daha iyi anlama imkânı buluyorsunuz kesinlikle. Bu konu ile ilgili ayrıntıları ileri paragraflara bırakarak, “sınır”dan çıkmaya çalışayım!

SINIRDAKİ İKRAM-I İLAHİ

Mübarek bir Cum’a günü sabah 07.30’da kontağı çevirip harekete başladık. Zira amacımız Cum’a namazını “sınırın öte yakası”nda evlad-ı fatihanın at koşturduğu topraklarda kılmaktı. Dört kişiden oluşan ekibimiz, Tekirdağ merkezde eklenen bir kişiyle birlikte bir elin parmakları adedine ulaştı.

Sınıra vardığımızda saat 11.00’ı gösteriyordu. Türk tarafında fazla bekleme yapmadan Yunan tarafına ulaşmak için uzunca bir köprüden Türk ve Yunan askerlerine selam vererek geçtik. “Yunan tarafında çok bekler miyiz?” düşünceleri arasında pasaport kontrolüne girdik. Zira tecrübe sahiplerinin anlattıklarına göre kontrolün biraz uzun olabileceğini aklımızdan geçiriyorduk. Sadece aklımızdan geçmesiyle kaldı. Biraz önceki “ara başlığın” sebebini ise, kontrol memuru ile olan konuşmalardan(!) dolayı olduğunu aktarayım. İnanmayacaksınız ama İpsala gümrük kapısından aracımızın bagaj kapağı dahi açılmadan geçtik. Kontrol memuru, bagajı işaret ederek, sadece “İçinde ne var?” diye sordu. Biz de “bagajlarımız” cevabını verdik. Görevlinin sonraki cümlesi, eliyle de söylediğini güçlendirerek “Haydi güle güle” oldu. Kısa bir şaşkınlıktan sonra, “Bilseydik daha fazla kitap koyardık” sözleri ağzımızdan dökülen ilk cümle oldu. “Böyle bir durum, olsa olsa Risale-i Nur’un kerametidir” cümlesini peşinden getirdi.

BURASI MÜSLÜMAN MEMLEKET!

Kerametvârî bir sınır geçişinin ardından, Avrupa Birliği’nin nimetleriyle yapılmış otobana giriş yaptık. Oldukça iyi asfaltlanmış, amiyane bir tabirle kaymak gibi bir yolda hızımızı kesmeden ilerliyoruz.

Otobanın sağındaki mezarlıklar bizimkilere benziyor. Servilerle donatılmış. Ancak dikkatli bakınca mezartaşların haç işaretli olduğunu görüyoruz. AB’ye girince buraların tekrar Osmanlı toprağını olacağını düşünmek heyecan vermiyor değil.

Otoban kenarında ve daha sonra geçtiğimiz diğer yolların kenarlarında, minyatür kuşevlerine benzeyen minik evler dikilmiş. Bunların trafik kazasında ölenlerin akrabaları tarafından yapılmış olduğunu ve her sene buraya gelinip ölenler için dua edildiğini öğreniyoruz.

Otoban kenarında ilk Müslüman köyünü nasıl tanıdığımızı tahmin edersiniz; tabii ki minarelerinden. Minarelerinden yükselen ezan seslerini hayal bile edince, insanın içi ve gönlü çağlayan sular gibi oluyor. Aslına bakılacak olursa seyahat esnasında hiç yabancılık çekmedik. Yollarda minarelere eşlik eden çok sayıda Türk plakalı otomobiller, tırlar ve otobüsler görüyorsunuz. Etrafınızdaki tabelalardaki yazılar Yunanca olmasa, başka bir memlekette olduğunuzu farketmeyeceksiniz bile…

İLK GÜMÜLCİNE’Yİ GÖRDÜK

Yazıların Yunan alfabesi ile (Kirilce) olması geçtiğiniz yerleri tanımada işi zorlaştırıyor. En azından İngilizce olsa bu noktada kolaylık olacak.

Yunanca olan şehir ismini (Komotini -Gümülcine) görünce, karşımıza çıkan büyük şehrin neresi olduğunu bilmememize rağmen, göğe yükselen minarelerden, her gün beş vakit ezan okunan Müslüman bir şehir olduğunu anladık. Daha sonra buranın Gümülcine olduğunu Muharrem kardeşimizden öğreniyoruz. Yolculuğumuzun bitişine doğru son olarak Gümülcine’nin Osmanlı kokan sokaklarına uğradık. Bu kısmı ilerleyen satırlarda aktaracağım için detaylandırmıyorum.

İskeçe’ye doğru ilerledikçe dağların eteklerinde kurulmuş irili ufalı yerleşim alanlarında minareleri gören ekibimiz “Burası Osmanlı, Osmanlı… Müslüman memleket” demekten kendilerini alamıyordu.

XANTHİ’Yİ GÖRÜYORUZ

Başlığa bakınca burası neresi diye düşüneceksiniz. Hemen söylüyorum; İskeçe…

Uzaktan İskeçe’yi görüyoruz. Türkiye’ye kadar uzanan ve topraklarımızda Samanlı dağları adını alan sıradağların eteğine kurulmuş. İskeçe depreme maruz kalsa bile pek bir hasar görmeyeceğini düşünüyorum, nedense. Zira Eski Bursa şehri gibi sırtını yeryüzünün direkleri mesabesindeki dağlara yaslamış.

İskeçe’ye Doğu tarafından, tren yolunu geçerek giriyoruz. Hemen sağda mezarlığı görüyoruz ve oldukça kalabalık olduğunu müşahede ediyoruz. Dikkatimiz çekiyor. Daha sonra Paskalya bayramından dolayı ziyaretlerin yoğun olduğunu öğreniyoruz. Ki, kendilerine göre, 40 gün et yemeyerek oruç tutan Hıristiyanlar, bu bayramın kutlamasına büyük önem veriyorlar.

İskeçe’de, mihmandarımız Muharrem kardeşten önce bizi “Çilek” mobilya mağazası karşılıyor. Buluşma noktamızdaki bekleme esnasında tüm otomobil markalarını ve Carrefour gibi global marketlerin şubelerini görüyoruz.

İstanbul’dan hareket esnasında çalıştırdığımız kronometrimizi durdurduğumuzda 4 saat 50 dakikada—mola ve gümrük dahil—ulaştığımızı görüyoruz. Demek, İskeçe’deki nurun inkişafını görmek için, İstanbul-Ankara arası kadar süren bir zaman yeterli oluyor. Bunu şunun için söylüyorum; eğer zamanı ve imkânı müsait olanlar var ise bir araba ile her zaman gidilebilecek, gidilmesi gereken yerler.

Yukarıda ismini sık sık zikrettiğim kahraman Muharrem kardeşimiz bizi karşıladı. Günlerden Cuma ve vakit de az kaldığından dolayı şehrin merkezinde yer alan “Nur Merkezi”ne yükte hafif, pahada ağır eşyalarımızı bıraktık…

ÇIPLAK HÜSEYİN CAMİİ’NDE CUMA NAMAZI

Cuma namazını eda ettiğimiz adı geçen tarihi cami, şehirde Çınar camii olarak biliniyor. Kitabesinde yapım tarihi olarak 1775 yılını görüyoruz. Adıyla bütünleşmiş olarak, bir çınarın gölgesinde Müslümanları beş vakit bir araya getiriyor. Aralarındaki tesanüdü her daim muhafaza etmelerini sağlıyor.

Cami, sonradan ‘Çıplak’ lakabını alan Hüseyin adlı bir vatandaş tarafından yaptırılmış. Bu kişi, camiyi yaptırmak adına varını yoğunu bu camiye harcadığından dolayı gerçekten çıplak olarak kalmış. Bu yüzden böyle bir isimle de anılıyor. Bu hikâye, Risalelerde adı geçen Sanki Yedim Camiini hatırıma getirmedi değil…

İskeçe’de 60 bin civarında olan nüfusun yüzde 50’den fazlası Müslümanlardan oluşuyor. İşte bu Müslümanlar ve Risale-i Nur’un Tarihçe-i Hayat’ına konu olmuş şehirde cuma namazı sonrası minik bir gezintiye çıkıyoruz.

Yolumuz üzerinde Türk dükkânları da var. Ancak kapalı olan işyerlerinin çoğunluğu dikkatimizi çekiyor, soruyoruz. Saat 13.00’dan sonra Yunanlıların dükkânlarını kapattıklarını öğreniyoruz. “Bayramdan dolayı mı?” diye sorduğumuzda ise cevap yine aynı oluyor: “Yok her zaman böyle.” Bu kısa cümle sonrasında, krizin Yunanistan’ı neden bu kadar etkilediği anlıyoruz. Kriz olmasına rağmen keyiflerini aynı şekilde sürdürmeye çalışmaları da bir o kadar ilginç geliyor bize.

Gezimiz esnasında İskeçe Türk Birliği’ne uğruyoruz. Başkan Ahmet Kara, “Menfi durumlar olduğunda buradaki Türklere aynen yansıtılıyor. Olumlu durumlar ise hiç uygulanmıyor. Ayrıca vakfı mallarımızı kendimiz idare edemiyoruz” cümleleri aklımızın bir kenarına işliyor.

Başkan Kara’nın “Aslında esas sıkıntılar 1974 yılında başladı” demesi ise dikkatimizden kaçmıyor. “Kıbrıs Fatih”i olarak nitelendirilenlerin gerçek durumunu bu cümle bize çok iyi anlatıyor esas itibariyle.

Öğrendiğimiz ilginç bir nokta daha var: İskeçe Müftülüğünün şer’i hukuk muvacehesinde verdiği kararlara normal mahkemeler karışmıyormuş. Bunu da notlarımıza dahil ederek, İskeçe meydanından geçerek “Nur Merkezi”ne dinlenmeye çekiliyoruz.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*