Asıl mesele: İnandığını yaşamak (4)

Küçük dünyada büyük cihad

Zaman zaman hepimiz, vesvese, şüphe, tereddüt, evham, ihmal, tenbellik gibi marazî virüslerin saldırılarına mâruz kalabiliyoruz.
Bu saldırılar, zaman ve zeminin şartlarına veya kişinin o anki ruh haletine göre, bir hayli etkili de olabiliyor.

İnsanın mahiyetinde bulunan ve âhir nefese kadar tesirini devam ettiren nefis, heva, heves gibi şeytanî duygu ve dürtüler de, hariçten gelen saldırılara çanak tutma vasifesini görüyor.
Dikkatli ve müteyakkız davranılmadığı taktirde, kişin zayıf bir anında çöküş, yahut yıkım gibi fecî haller zuhur edebilir.
Ol halde, durum ne olursa olsun, şartlar ne kadar ağır ve baskın gelirse gelsin, yine de havlu atmamalı, pes etmemeli.
Şartların ağırlaşmasını, cihadın şiddetine, imtihanın ne derece çetin olduğuna hamlederek, dirayetli davranmalı, irade kuvvetini göstermeli.

Bilinmeli ki, her insan “Âlem–i asgarında cihad–ı ekber ile mükelleftir.”
Yani, herkes kendi küçük dünyasında büyük mücadele vermekle yükümlüdür.
İnsan, bu müthiş mücadelenin birinci etabında “birinci nefs–i emmâre”, ikinci etabında ise “ikinci nefs–i emmâre” ile karşı karşıya geliyor.
Bunlardan en gaddarı, en dehşetli olanı, şüphesiz ikincisidir. Zira, direnişini ve etkisini son ana kadar devam ettirme imkânına sahiptir.
Bu da, şu teklif, terakki ve imtihan ve dünyasında, bir hikmete binâen, insanın mahiyetine derc edilmiştir.

“Tam bir fedâilik”

Peki, bu durumda ne yapmalı, nasıl bir hazırlık içinde olunmalı ve ne tür bir savunma refleksi içinde bulunulmalı?
İşte, meselenin can alıcı noktası da bu olsa gerek.
Bir önceki yazının sonunda yer alan şu iktibas, aslında arayış içinde olan bizler için muazzam bir projektör vazifesini görüyor: “Bu ikinci nefs–i emmârede şuursuz kör hissiyat bulunduğu için, akıl ve kalbin sözlerini anlamıyor ve dinlemiyor ki onlarla ıslâh olsun ve kusurunu anlasın. Yalnız tokatlar ve elemlerle nefret edip, veya tam bir fedailiğe her hissini maksadına fedâ etsin. Ve Risâle–i Nur’un erkânları gibi, herşeyini, enaniyetini bıraksın.” (Kastamonu Lâhikası, s. 180)

Buradan şunu anlıyoruz ki:

1) İkinci nefs–i emmârede şuursuz kör hissiyat var.

2) Bu karakteristik özelliği sebebiyle, akıl ve kalbin sözlerini anlamıyor ve dinlemiyor.

3) Dolayısıyla, kusurunu anlayamadığı ve iradeyi dinlemediği için, ıslâh da olmuyor.

O halde, ne yapmalı, nasıl etmeli?

İşte, bu duygunun vermiş olduğu zararı asgariye indirgemenin yolu olarak, şu mühim noktalar nazara verliyor:

1) Ya hastalık gibi tokatların, musîbetlerin verdiği elemler sayesinde, kişi dersini alır, ıslâh olur. Ki, bu dahi Rahman’ın fazlındandır. Cezayı bâkî âleme tehir ettirmiyor.

2) Ya da, irade kuvvetiyle, kişi tam bir fedâilik tavrını sergileyerek ve her hissiyatını ulvî maksadına fedâ ederek hakikat dersini alarak ıslâh olup felâh bulur.
Yukarıda geçen şu “tam fedâilik” tâbirini düşününce, Nur dairesi içinde hatırıma hep şu isimler gelir: Süleymanlar, Feyziler, Hafız Aliler, Hoca Sabriler, Tahiriler, Zübeyirler, Çalışkanlar, Isparta, Denizli ve İnebolu kahramanları…

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*