Başka yüksek bir âlem

“Haşiye 2: Çünkü, bilmüşahede gayet cevadane bir faaliyetle şu alem-i kesif ve süflide pek kesretle nur-u hayatı serpmek ve iş’al etmek, hatta en hasis maddeleri nur-u hayatla letafetlendirmek, cilalandırmak sarahate yakın hissettiriyor ki, gayet latif, ulvi, nazif, hayattar diğer bir alemin hesabına, şu kesif, camid alemi zerratın hareketiyle, hayatın nuruyla cilalandırıyor, eritiyor, güzelleştiriyor. Güya latif bir aleme gitmek için zinetlendiriyor. İşte, beşer haşrini aklına sığıştıramayan dar akıllı adamlar, Kur’an’ın nuruyla rasat etseler görecekler ki, bütün zerratı bir ordu gibi haşredecek kadar muhit bir “kanun-u Kayyumiyet” görünüyor, bilmüşahede tasarruf ediyor.”

Zerrelerin başka yüksek bir aleme gitmeye hazırlanmasından bahsedilirken bu tabirin, yani “başka yüksek bir alem”in izahı olan bu haşiyede hayat ve varlık aleminde hayatın sürekliliği ve devamı için “kanun-u Kayyumiyet”in varlığı ve gerekliliği ortaya konmaktadır. Zerrelerin tahavvülü ile ifade edilen bu kaynaşma ile vesile oldukları en büyük hakikat, hayat olmalıdır. Hayat, varlığın en temel gayesi ve esma-eşya-esma dönüşüm süreçlerinin ikinci basamağının, yani eşyanın tekrar esmaya dönüşümünün zeminidir. Bu anlamda hayat çok kıymetli bir cevher, tahavvülat-ı zerrattan hasıl olan en parlak hakikat ve eşyanın bütünü içindeki manevi tasnifte adeta varlık alemindeki mücevherattır. Hayat, aslı ve özü ile görülebildiğinde son derece latif, şeffaf, mücerret, manevi yönü ağır basan yüksek bir hakikattir.

Ancak zerrelerin tahavvülleri ile ifade edilen varlık aleminde maddi zeminde genel anlamı ile bir kesret, teşahhusat, somutluk ve kesafet hakimdir. Hatta, varlığı bu yönü ile ele alan yaklaşımların çoğunda bu kesafeti ve kesreti, maddi boyutu daha ön plana çıkarma eğilimi vardır. Bunun da ötesinde, bu alem içinde tahavvül eden zerreler imtihan gereği, iradenin önüne geçilmemesi anlamında çok süfli, aşağı, bayağı ve abes görünümlerin, zahiri çirkinliklerin oluşumuna da hizmet etmektedirler. Aslında bir nur olan varlığı aydınlatarak esmanın görülmesine hizmet etmesi beklenen hayat, kesretin ve zulmetin hakim olduğu bir zeminde de tecelli etmektedir.

Mesela, zina, sarhoşluk, inkâr gibi en aşağı, abes ve varlığı zulmete sürükleme eğilimindeki bir tavır ve yaklaşım da mülk aleminde tezahür eden hayat zemininde gerçekleşmektedir. Taif’de muhabbetullahın bir insan şeklinde tecessümünü (a.s.m.) taşlayabilmek, Hz. İbrahim’i (a.s.) ateşe atmak ve asırlardır insanlığın işlediği zulümler, insafsızlıklar ve canavarlıklar için yine hayat gereklidir ve zerreler böyle hallerde de hayatı netice verecek ve varlığın genel kesafeti içinde hayat nurunu her tarafa saçacak şekilde tahavvül ederler. İnsanlığın genelde zemin olduğu manevi kokuşmuşluklar içine serpilen hayat nuru, fiziki anlamda da zahiren en aşağı ve kokuşmuş kabul edilen kışırlarda, atıklarda, hatta dışkılarda bile tezahür etmektedir. Belirli bir düzeyde hayata mazhar olmuş mahlukların bu ortamlarda yaratılması, çok kıymetli olan hayat nurunun varlık aleminde çok cömertçe harcandığını ortaya koymaktadır. Bu durum, bir padişahın sarayındaki çok kıymetli mücevherleri, kristalleri, altınları, yakutları sokaklara saçması hatta kanalizasyonlara, lağım çukurlarına dökmesi gibi bir şeydir. Bu hal çok garip gözükmektedir ancak bunu yapan Sultan-ı Ezel ve Hakim-i Mutlak olunca biz muhataplara düşen bunun gerisindeki hikmeti aramaktır. İşte bu “haşiye”de, aranan hikmet ortaya konmakta ve hiçbir mücevherin kıymetine yetişemeyeceği hayat nurunu bu kesif ve süfli alemde cömertçe dağıtmanın gerisinde bu güzelliklerin gerçekte bu aleme ait olmadığı, başka ve daha yüksek bir aleme hazırlandıkları hakikati ifade edilmektedir. Elbette mücevherler sokaklarda saçılmış şekilde durmayacak, tekrar toplanarak asıl layık oldukları yerlere konulacaktır. Bu hal, muhtemelen bir parlatma ve cilalama ameliyesidir. Alemin bütün zerreleri hayat nuruyla cilalanmakta parlatılmaktadır. Bu da onların başka bir yerlere ve şu alemden daha yüksek, daha latif, daha parlak ve daha nurlu bir yerlere hazırlandıklarına işaret etmektedir.

Alem bütün kainatı ayakta tutan ve kendisi de her an ayakta olan bir kudretin tasarrufu ile ancak şu anki şekliyle var olabilir. Bu ayakta tutma fiili sanki her zerre için geçerlidir. Her zerrenin varlık aleminde hayat nuruyla parlatıldıktan sonra baki bir alemde daimi bir hayata mazhariyet kesbettiğine dair pek çok emareler mevcuttur. Nurlandırmak ve bekaya mazhar kılmak işleyişi, kâinatı zerrelerine kadar kuşatır ve muhittir. Her şeyin sürekli var ve hayatta, ayakta olduğu başka bir alemin işaretleri varlığın her tarafında gözleniyor. Bunun da gerisinde yalnızca insanları değil, bütün varlıkları, hatta bütün zerreleri tekrar ebedi bir alemde ve bekaya mazhar şekilde yaratabilecek ve yarattığının emarelerini ortaya koyan bir kudret ve o kudreti ifade eden bir “kanun-u Kayyumiyet” gözleniyor. Yaşanan hiç bir şey yokluğa ve hiçliğe mazhar değildir. Varlıkları yokluk ve hiçlikle yüz yüze getiren, yalnızca şuur sahiplerinin ayinelerindeki zulmet ve küfürle varlıkların üzerine örttükleri perdeler olmalıdır…

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*