Başkasının günahını taşıyan adam

Geçen gün dolmuşa yaşlı bir teyze bindi. Arkamdaki koltuğa oturdu. Elindeki poşetleri de benimkilerin yanına bıraktı. İnerken, “Teyzeciğim, ben dağınık bir adamımdır. İnşallah paketlerin karışmaz” diye uyarıyordum. Teyze de “İnşallah yavrum, inşallah” diyordu. Eve geldiğimde, elimdeki poşetlerden birinin benim olmadığını fark ettim.

Kadıncağızınkini almışım yanlışlıkla. Teyzenin güngörmüş ve saygıdeğer bir insan olduğu her hâlinden belliydi. Siyah, küçük poşetin içerisinde de balıklar vardı.

Kim bilir, ne niyetle almış, akşam belki de onları bir güzel kızartıp kimlere ne güzel bir ziyafet çekmeyi düşünüyordu, kim bilir… Çok üzüldüm. Evde fazla durmadım. Dolmuşun şoförüne durumu izah ettim; “Arayan olursa bu emaneti sahibine teslim edersiniz” dedim.

Poşeti elimde gezdirirken şunları düşündüm:

İnsanın kendisine ait olmayan bir yükü taşıması, hayatına büyük bir sorumluluk katıyor. Hem maddî, hem manevî… Bir kilo balık poşetinin size ait olmadığını bilmenin, onu bir an önce sahibine ulaştırmanın ne denli ağır bir görev olduğunu düşünüyorsunuz. Buradan hareketle Rabbimizin bize emanet olarak verdiği maddî, manevî sayısız duygular var. Gözden ele, baştan ayağa kadar, akıldan hayale, ruhtan kalbe… Neler var, neler… Şaşırmadan ve hiç atlamadan bir sayın da görelim.

Evet, verilen bütün bu duygular nasıl bir sorumluluk içerisinde bulunduğumuzu hatırlamaya vesile oldu o an.

Hadi, insana kendi yükünü taşırken bir kolaylık veriliyor diyelim ama alışmadığı ve başkasına ait olan bir yükü taşımak pek öyle değil. Hafif bile olsa bu yük, büyük bir ağırlık yapıyor insanın üzerinde. Vicdan bunu fark ediyor. Bediüzzaman Hazretlerinin tâbiriyle “insanın fıtrat-ı zîşuuru olan vicdanı (Sözler, Yirmi dokuzuncu Söz, 489)” bunu biliyor.

Akıl bilmese, kalp hissetmese bile vicdan o hassas terazisiyle tartıyor her şeyi. Anlıyor, hissediyor, biliyor. Vücudundaki bu duyguların kim tarafından neden ve niçin verildiğini biliyor. Göz nasıl siyahı beyazdan ayırıyorsa, akıl nasıl tüten dumandan ateşin varlığına hükmediyorsa, vicdan da öyle işte. Gözden daha keskin ayırıyor hak ile batılın arasını, akıldan daha çok buluyor doğru ile yanlışın farkını.

Hangi devirde olursa olsun, nerede yaşarsa yaşasın, Rabbimizin hepimizin içine koyduğu bu duygu şaşmaz bir saat gibi işliyor. Bir pusula gibi doğru yönü gösteriyor. Çok ince ve hassas ölçülerle… Küçük-büyük, az-çok her şeyin tartılıp hesap edileceği bir günün varlığına işaret ediyor. İnsan bu dünyada kendi varlığından çok, Allah’ın varlığına işaret eden bir eser. Vicdan, bunun biricik şahidi.

Allah’a (cc) ‘yok’ diyenler bile, yine O’nun varlığına dayanmak zorundalar. Ancak var olan bir şey için ‘yok’ denilebilir. Yok olanın adı da olmaz, ismi de olmaz, iddiası da olmaz zaten. Yok olan şeyin ispatı da olmaz. Allah o kadar var ki, ister istemez yok demek zorunda kalıyorlar. Vicdanlarına olmasa da dillerine yalan söyletiyorlar. Yalan söyleyen dillere ne etmeli bilmem ki, acep biber mi sürmeli? Azdıran kim bunları? Adını anmaya değmez, ko kalsın. Şeytan azapta gerek.

Bu kadar basit ve göz önündeki bir gerçeği kavrayamayıp görememelerine de ayrıca şaşmak gerek. Ama dedik ya, insanda vicdan var; kazı kazıyabilirsen, sil silebilirsen, çıkar çıkarabilirsen içinden… Kimin mahlûku olduğunu, sahibinin kim olduğunu öyle bir imza ile insanın içine sabitlemiş ki Yaratan, hiç kimse bu gerçeği silemez, kazıyıp değiştiremez oradan.

Vicdanın şahitliği altında yaşarız. Yaptığımız iş güzelse ve doğruysa, en yakın şahidi vicdanımızdır. Başımızı yastığa koyup yattığımızda vicdanımız rahatsa huzurla uyuruz. Aksi halde vicdanımız yanlış işlerimizin ağırlığı altında ezilir. O zaman da yataklar dar gelir.

O zaman anlar işte insan kimin günahını taşıdığını. O zaman anlar. Zikzak çizenin yolu uzar. Vicdan bir şaşmayagörsün, balığı kavakta, yakını uzakta arar. Kendi evi sanıp da yanlış kapıları çaldığını insan o zaman anlar. İçinizdeki bu ses, ödemediğiniz bir hakkı ödeyeceğiniz ana kadar susmaz, konuşur. Küs olduğunuz bir insanla barışıncaya kadar dürter durur. Ve pervasızca, hiç acımasızca gıybetini yaptığınız masum bir insanın hakkını helâl ettirinceye kadar sizi taciz eder, uyarır durur. Hiçbir mazeret vicdanın yargıçlığından ve şahitliğinden kurtaramaz insanı. Küçük bir adalet kürsüsü kurulur ve insanın içerisinde çalışır durur.

Vicdan, insana haddini, hakkını, yerini bildirir. Bütün dünya methetse, alkışlasa seni, doğru yaptığını söylese, vicdanın şahitliği aksi yönde ise kurtulamazsınız, kaçamazsınız onun suçlamasından, mahkûmiyetinden. Aklayamazsınız kendinizi hiçbir şekilde. Şükür ki Allah vicdan gibi güzel bir duyguyu içimize nakşetmiş.

Bin bir güzellik var insanda. Vicdan da bu bin birlerden bir tanesi. Nasıl da nakşedilmiş. Nasıl da Allah’tan haber veriyor. Nasıl da ahiretten, mahşerden bir işaret taşıyor. O büyük hesap ve yargı gününün küçücük bir tecellisini insanda barındırıyor Allah. İnsanın fıtrat-ı zîşuuru olan vicdanı, saadet-i ebediyeye bakar, gösterir. (Sözler, Yirmi dokuzuncu Söz, 489) İşte bu duygu sayesindedir ki hakkı buluyor insan, yola geliyor, hidayete eriyor. Bir şeylerin hayatta yanlış gittiğinin farkına vicdanla varıyor insan. Vicdan, aklı ve kalbi de uyarıyor. Onları yanlışlara sapmaktan koruyacak deliller, şahitler sunuyor. “Siz bir âletsiniz. Âletin görevi, yaratıldığı şartların sınırları içerisinde hareket etmektir” diye hakkını ve hududunu bildiriyor duygularımıza. Akla gözün görevini, göze aklın görevini yüklenme diye uyarıyor. “Görmediğime inanmam” diyenlere de haddini bildiriyor.

İnsan vicdanla insandır. Hakikî insanlığın görev şuuru vicdanla başlar, vicdanda biter. Her insanın hayatında büyük dönüşümler, vicdanın sesine kulak vermekle başlar. Vicdanın içimize tuttuğu ışık, güneşten daha parlak ve daha aydınlık. Allah dünyamıza güneşi lamba yapar da içimizi karanlıkta bırakır mı sanırsınız? Vicdanın ışığı işte öyle parlak bir nurdur. Akıl ve kalp gözü, onun ışığı altında görür. Sözü söz, gözü göz, kalbi kalp eder vicdan denilen insanın fıtrat-ı zîşuuru.

Ve vicdanın irşadıyla gelen hidayet nimeti, ruhun cenneti olur insanda. Dinin emirlerine, Allah’ın ve ahiretin hak olduğuna vicdanın şahitliği altında inanır insan. Bu bilgi o kadar sağlam, o kadar şaşmaz ölçüler taşır ki, her insanın hayatının bedeli, tuttuğu yolun kendisi olur. “Her hayat kendi kalbinin ekseninde döner. İnsanların uğrunda öldükleri, uğrunda yaşadıklarıdır.” Öyle diyor Selahattin Şimşek kardeşim. Vicdan hayata hayat katar.

Başkasının günahını taşımaktan insan vicdan sayesinde kurtulur.

Çok sevdiğim bir ağabey yıllar önce çıkarmış olduğu bir derginin son sayısının son sayfasında küçük bir yerde güzel bir mesaj veriyordu. Kullandığı ifadeler çok ibretliydi:

“Bugüne kadar borcunu ödemeyen bayilere: Gece yatarken elektrik düğmenizle beraber, vicdan lambanızı da söndürmek istemezsiniz değil mi?” Bir hakikat ancak bu kadar veciz ve bu kadar dokunaklı anlatılır. Ama maalesef nefsin ve şeytanın etkisinde kalan duygular hoyratça çiğner insanların hakkını, diğer kardeşlerin hakkını ve hukukunu. Kim bilir, ne yanlışlar ederiz? Bizce küçük zannettiğimiz bir adımı atmamakla, bir sözü tutmamakla, bir emri yapmamakla kim bilir, ne değişimlerin, ne oluşumların önüne geçeriz, kim bilir ne cinayetler işleriz.

Aklım; bir fakire ver diyor poşetteki balıkları ya da kedilere bir ziyafet çek diyor. Kalbim ve vicdanım ise uyarıyor, sahibini bul diye. Nefsim, şeytanın etkisinde. Vur patlasın çal oynasın, hayat senin diyor. İstediğin gibi al, kullan diyor. Mademki elinde, kaçırma bu fırsatı, hayat bir kere diyor. Vicdan ise son sözü söylüyor. Hayır, hayır diyor. Bu hayat verildiğine göre alınacak da bir gün. Sen ise organların yerini, görevini bile bilmiyorsun vücudunda. Ne işe yaradığını öğrenmek için okullara gidiyorsun. Öğrenmek için vücudunu ve hayatını, nice imtihanlardan geçiyorsun. Belki de bunlardan sınıfta kalıyorsun. Bunlar seninse şayet, yerlerini, görevlerini bilmen gerekmez miydi? Bunları öğrenmen için okullara gitmeye ne gerek var? Kendine ait olan bir şeyi bilmek için bunca zahmete değer miydi? Belli… Bunlar senin değil, emanet. Belli… Bunlar seni seven, seni bilen bir Rabbin armağanı, besbelli.

Bir arıza, bir hastalık çıkmadan anlayamıyor insan bunu. Bir kalp, bir göz doktoruna gidince ayan beyan görüyor vücudun kime ait olduğunu. Yüz trilyon hücreden ibaret bir vücudun gerçek sahibi olamayacağını, o vücuda her saniye giren ve çıkan sekiz milyon hücrenin varlığıyla anlıyor insan. Ne damarlarda deveran eden kandan, ne gökyüzünde seyeran eden kuştan, buluttan, hiçbirinden haberi olmuyor insanın, hiçbirinden.

Vicdan fark ediyor bu kadar girift, bu kadar harika bir sistemin sahibinin varlığını. Ve işte gerçek sözü o zaman söylüyor. Allah diyor vicdan. Vicdanın şahitliği reddedilmez; şayet bozulmamışsa… Vicdan, insanı yanlış yola sevk etmez. “Kim kendi uyanık vicdanını dinlerse ‘Ebed!.. ebed!’ sesini işitecektir. Bütün kâinat o vicdana verilse, ebede karşı olan ihtiyacının yerini dolduramaz. Demek o vicdan, o ebed için mahlûktur.” (Sözler, Yirmi dokuzuncu Söz, 489) Bu dünyada misafir olduğunun, Allah tarafından ağırlandığının ve nasıl bir merhamet sahibi olan Rabbin misafiri olduğunun farkına vicdanla varıyor insan.

Kolay değil başkasının günahını taşımak. Kendi derdi bile yeterken insana…

O kadar rahat konuşmamalı. Başkası hakkında o kadar rahat hüküm vermemeli. Ağzını o kadar rahatça açmamalı, konuşmamalı.

Her insan küçük bir kâinat. O küçük kâinatın büyük bir Allah’ı var. Allahu Ekber var. İzin vermiyor başkasının hakkında ileri geri konuşmaya, ona buna anlatmaya, açığını bulup göstermeye. Hayatı bozacak, dağıtacak, karartacak hiçbir hâle, hiçbir kimse ve millet için izin vermiyor.

Boyunun, huyunun, kaşının, gözünün ya da doğru bile olsa, söylediği bir sözünün ipince takibindedir Allah kulunun. Hiç kimsenin hakkını hiç kimseye bırakmaz. Hiç kimseyi bir hesap gününde huzuruna alıp yargılamadan serbest bırakmaz. Ama çok rahat konuşur, çok rahat hükümler veririz, haddimizi aşarız. Yanarız, yakarız. Ne gereği var? Vicdanın sesini dinlemek varken, bunca zorlu bir yola girmek niye?

Hani bir mahkûmu yakalayıp götürürken görevliler bir şey söyler ya; “Konuşmamak hakkına sahipsiniz. Söylediğiniz her söz aleyhinize delil olarak kullanılacaktır.” Evet, insan kendi günahı yetmez gibi, gıybetle, sû-i zanla başkasının da günahını yüklenir. Vicdanın uyanık sesini dinleyip o ağır yükten kurtulmamız gerekir. Kolay mı? Elbette başlangıçta her şey gibi o da zor gelir insana. Alışınca, Allah’ın emri bilince yaptığı şeyi, kolaylaştırılır o insana. Vicdanın sesi daha gür çıkar. İnsan o sesi duymaya başlayınca, başka sesleri duymaya gerek kalmaz. Vicdanın sesinden daha yüksek bir ses yoktur insanın içinde. Yanlış dedi mi bir kere, hatalısın, suçlusun dedi mi, bütün dünya o sözün yanlışını boşa çıkaramaz. Hiç kimsenin gücü yetmez karayı ak etmeye.

Vicdanın şahitliği insanı hakka, doğruya ve huzura götürür. Başkasının günahını yüklenen, taşıyan insanlardan olmamak dileğiyle… Rabbim cümlemizi dilimizi, kalbimizi koruyanlardan eylesin İnşallah. Güzel söz söyleyenlerden eylesin.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*