Bediüzzaman bugün yaşasaydı…

Bediüzzaman Said Nursî, İslâm toplumunun, tarihî süreç içinde, üç ana konuda iç çatışma yaşadığını belirtir: (1) Adalet-i mahza – adalet-i izafiye; (2) Hilafet- saltanat ve (3) Din-Milliyet çatışması… Günümüzde yaşanan etnik çatışma ve Ergenekon-PKK yapılanmaları bu kavramlar etrafındaki üç çatışma ile bire bir ilişkilidir.

Adalet-ı mahza – Adalet-ı izafİye çatişmasi

Adalet-i Mahza, sırf adalet demektir. ‘….e göre’ adalet değildir. Adalet-i mahza tektir. Sadece adalettir. Adalet-i mahza, ne bir ırkı, ne bir zümreyi, ne bir şahsı veya ideolojiyi esas almayan, salt insanı ve o insanın doğuştan sahip olduğu hakkı esas alan bir adalet anlayışıdır. Adalet hakka ve hukukun üstünlüğüne izafe edilir. Adalet-i mahza, hayvanlara da, bitkilere de; yani ekolojik düzenin korunmasına da şâmildir. Kısaca verilecek hüküm, kişilerin cinsiyetine, ırkına, zümresine ve ideolojisine göre farklılaşmaz. Tek bir hüküm verilir. O hüküm de hak ve hukuku temsil eder.

Adaletin siyasete, ırka, zümreye göreceleşmesi; bunlardan birinin merkeze alınması ise izâfî adalettir. Görüldüğü gibi, izâfî adaletin kaynağı tek değildir. Çünkü adaletin izafe edileceği sonsuz sayıda paradigma olabilir. Irk, çıkar, ideoloji, diktatör, zümre v.s. Bu adalet anlayışı İslâm’ın adalet anlayışına zıttır. Eğer bir toplum, merkeze bir ırk veya ideolojiyi koyarak, bunları adalette belirleyici yapar ve adalet mekanizmasını bunlara göre yapılandırırsa, yasaları bunlara göre üretirse, adalet-i mahza; yani sırf adalet gerçekleşmez. Toplum ve bireyler bu tür bir adalet anlayışı ile zulmeden ve zulme uğrayan olarak iki kategoriye ayrılırlar.

İnsan yaratılışı itibariyle ancak adalet-i mahza ile tatmin olabilir. Adalet-i izafiye insanları isyana sevk eder. Toplumu, statükoyu koruma-değiştirme gerilimine sürükler. Eğer adalet, bir ırka izâfî hâle gelmişse, farklı kökenli insanların ırkî köken etrafında dayanışmasına ve etnik çatışmaya yol açar. Adalet bir ideolojiye izafe edilmiş ise, adalet o doğrultuda siyasallaşır…

Adalet-i izafiye tek olmadığı için, toplumlar adaletin izafe edildiği merkezi özneler arasında el değiştirir durur. Bir diktatör gelir, diğerinin yerini alır; bir ideoloji gelir, ötekini yıkar ve kendi izafi adaletini tesis eder. Bir ırk merkezi ele geçirir, diğer ırka karşı adalet-i mahzayı gerçekleştiremez. Sözünü ettiğimiz bu iki tür adalet anlayışının çatışması, sistematik olarak ve kesin çizgilerle belirgin şekilde algılanmasa da, toplumda yaşanan bütün huzursuzlukların altında bu iki adalet anlayışının çatışması bulunmaktadır. Bir devletin yapılanmasında, önemli olan merkezde adalet-i mahzayı temsil edecek öznenin bulunmasıdır.

Ülkemizde Hukuk öğrenimi veren kurumların ideolojik bir eğitim vermesi, diplomanın dahi belli bir ideoloji üzerine sadakat yemini yaptırıldıktan sonra alınabilmesi, adaleti bu ideolojiye izâfî hâle getirdiği gibi, huzur ve güvenin gerçekleşmemesi, karşıt ideolojileri de besleyerek, merkezi ele geçirme mücadelesi veren ve ele geçirdiği takdirde adalet-i izafiyenin bir başka versiyonunu devreye sokacak bir dizi ideolojilerin türemesine de yol açmaktadır. Ayrıca, farklı etnik kökenleri de ortak duygulardan yalıtarak ayrıştırır ve önce zihinsel parçalanma, daha sonra da fiilî parçalanma ortaya çıkar.

Saltanat – Hılafet Çatişmasi

Saltanat, bir kişi veya zümre ya da ideolojiye izafetle sistemleşmiş bir siyasî ve hukukî düzeni ifade eder. Merkezde bu belirleyici şey vardır. Saltanatta bütün çevre, merkezdeki kişi, zümre veya ideolojinin nesnesi hâline gelmiştir. Yasalar, kurumlar, rejim bu merkeze bakar. Merkeze bakmayan her şey dışarıda kalır, dışlanır. Saltanat öznesi sonsuz sayıda olabilir. Bu çeşitlilik, toplumu statüko ve muhalifler olarak ayrıştırır. Merkezde müthiş bir iktidar çatışmasına yol açar. Kitleler, ümidini ondan ona bağlayarak ömürlerini tamamlar giderler. Saltanat öznesi, izafi olduğu için, her bir öznenin adaleti de izafi olacaktır. Merkezdeki gücünü ve sürekliliğini sürdürebilmek için mutlaka izafî bir şeyi, meselâ, bir ırkı, bir kutsal kişiyi, bir ideolojiyi temsil etmeye mecbur kalacaktır. Saltanat kaçınılmaz bir şekilde güce dayanacaktır. Saltanatta, tek bir kişi, zümre veya ideoloji belirleyicidir. Ortak akıl yoktur. İstişare yoktur. Liyakat yoktur. Toplum, sultayı temsil edenin ufkuna mahkûm olur.

Günümüzde İslâm’ın birçok kavramı gibi hilafet kavramı da çarpıtılmıştır. Hilafet siyasal bir kavram olarak algılanmakta, Batı’daki teokrasinin karşılığı olarak kabul edilmektedir. Nitekim bu anlayış ile hilâfet ilga edilmiştir. Halbuki, hilâfet, kelime anlamı itibariyle halef-selef ilişkisini ifade etmektedir. Makamların el değiştirmesi, nesillerin deveranı bir halef-selef sürecidir. Bu mânâda halifeliği kaldırmak mümkün değildir.

İslâm’daki halife kavramı farklıdır. Öncelikle, hilâfet, İslâm’da insanla alâkalı ontolojik bir kavramdır. Çünkü, insan halife-i arz olarak yaratılmıştır. Her insanın yaratıcı ile ilişkisi Rab-kul ilişkisidir. Her insanın diğer bütün varlıklarla ilişkisinde insanın bu kulluğu esastır. İnsan, diğer varlıklara rablik yapamaz. İlişkisini kul-kul ilişkisi olarak gerçekleştirmek durumundadır. Bilim ve teknoloji alanında tekvinî kanunlara riayet ederek ilerlediği gibi, medeniyette de teklifî kanunlara riâyet etmekle mükelleftir. Bu teklifî mükellefiyete riayet etmediği zaman, insanın bizatihî kendi içinde bir duygunun saltanatı oluşur. Bu iç saltanat, o insanı dış dünyada da ilişkilerinde bir saltanat ve tahakküm objesi hâline getirir. Artık, o insan sultası altına girdiği duyguya bağlı olarak davranış modelleri üreten bir varlık haline gelmiştir. Meselâ, bir insan diğer insanlarla ilişkisinde, kendi çıkarını merkeze alarak, kendi gücünü merkeze alarak; kendi hazlarını merkeze alarak ya da bir grup insan bu merkezde çıkar ve güç birliği yaparak diğer insanlar üzerinde tahakküm vaziyeti alır. Bu tür dayanışmalar, günümüzde en belirgin olarak etnik kimlikler etrafında ortaya çıkmaktadır. Devlet, siyaset, kurumlar ve özellikle de adalet böyle bir dayanışmaya izafi olarak şekillendiğinde, zulüm sistematik bir yapıya kavuşmuş olmaktadır.

Hilâfet, günümüzde anlaşıldığı gibi, Batı’daki teokrasinin karşılığı değildir. Çünkü, İslâm’da ruhban yoktur. Ruhbana izafeten bir hukuk sistemi de, siyasî sistem de kurulamaz. İslâm’da halef, siyasî değil, ontolojik bir kavramdır. Ve Batı’daki “Hukukun Üstünlüğü ve Hukuk Devleti” kavramının karşılığıdır. Hilâfette, ruhban, kişiler, zümreler, ideolojiler, ırklar, hukukun bizatihî kaynağı olamazlar. Özgün anlamı ile hilâfet, saltanatın zıddıdır. Yani, bir kişi, zümre veya ideoloji iktidarı değildir. Adalet-i mahzayı temsil eder. Gücünü seçimden, istişare, liyakat ilkesi, hak ve adaleti temsil etmekten alır. Hilâfet, izafî bir hukuk sisteminin, izâfî yasaların üretilmesine izin vermez. Hilâfette objektif hukuk uygulanır. Bu uygulamada, kişi, zümre veya ideoloji, ruhban reyi değil; meşveret esastır. Yani ortak akıl esastır. Liyakat esastır. Hilâfeti temsil edenler, adalet-i izafiyeyi uygulamaya başladıklarında, halife sıfatını yitirir ve temsil ettiği makam saltanata dönüşür.

Toplumların hilâfetten saltanata kayması oldukça kolaydır. Ancak, saltanatın diktası altına düşen toplumların, tekrar hilâfete ve dolayısıyla adalet-i mahzaya kavuşması oldukça zordur. İşte İslâm tarihinde, hilâfet-saltanat çatışmasının ana sebebi, adaleti, siyaseti, devlet otoritesini bir ırk veya şahsa izâfî hale getirmeye çalışanlarla, bunu önlemeye çalışanların arasında cereyan etmiştir.

Dın-Mıllıyet Çatişmasi

İslâm’ın temel aldığı kavramlardan birisi de “Din” kavramıdır. İnsanlar, her durumda üç seçenek ile karşı karşıya bulunurlar: İfrat, tefrit ve vasat… Merkeze çıkarını koyan bir insan çıkar itibariyle ifrat tutum ve davranışlar içine girer. Hakkı olan çıkarını dahi koruyamaması, tefrit tutum ve davranış özelliği taşır. Vasat ise, kimsenin hakkına tecavüz etmeme; kendi hakkını da koruma tutumudur. İşte, İslâm’da “Din” kavramı “sırat-ı müstakîm” olarak isimlendirilen vasat tutumu temsil etmektedir. Çıkar konusundaki ifrat, tefrit ve vasat bireysel hayatın günlük akışı içinde çok çeşitli alanlarda ortaya çıkmaktadır. Aynı durum toplumsal hayat düzeyinde de ortaya çıkar. Milliyet kavramı, ifrat, tefrit ve vasat boyutlarında anlam kazanabilir. Ancak, bizatihî milliyet din hâline getirilirse, diğer milliyetlere karşı vasatı; adalet-i mahzayı temsil edemez. Din ile milliyet arasındaki ilişki, vasatı temsil eden din yerine milliyetin dine hâkim olduğu, dini hükmü altına aldığı durumda bozulur. İslâm, milliyeti kabul eder. Çünkü fıtrî, ontolojik bir hakikattir. Ancak, milliyet başka milliyetlere tahakküm aracı, ya da başka milliyetlerin tahakkümü altına düşme sebebi kabul edilemez. Bu sebeple, İslâm toplumları, milliyeti esas tutan anlayışlarla da çatışmıştır.

Aslında insanlık tarihi bu üç çatışma ile deveran etmektedir. Türkler ve Kürtler de, ortak tarihlerinin çatışma deveranını yaşamaktadırlar. Oysa, Türkler ve Kürtler, ortak paydası İslâm olup, bu ortak kimlik tanımı etrafında yüzyıllardır tek bir toplum hâlinde birleşip günümüze intikal etmiş iki kardeş topluluktur. Westphalia (Vestfalya) süreci, sadece Avrupa toplumlarında değil, Osmanlı’da da soy eksenli siyasal yapılara yol açmıştır. Cumhuriyetin kuruluşunda henüz on üç milyon ve büyük oranda eğitimsiz köylü kitlesinden oluşan nüfus uzun yıllar, Cumhuriyet elitlerinin belirlediği kimlik değerlerine göre biçimlenmiş bir anlam dünyasının içinde kendini bulmuştur. Türkiye Cumhuriyeti bir ulus devlettir. Ancak, ulus “Türk” olarak tanımlanmakta, Türk kavramının bir ırk ve soy anlamında değil, T.C. vatandaşı olan bütün ırk ve soylara şâmil bir isim olduğu vurgulanmaktadır. Dolayısıyla bu Türk tanımlamasına göre Kürtler de Türk kavramı kapsamında kalmaktadır. Ne var ki, teorideki bu kapsayıcılık, pratikte bir anlam kazanabilmiş midir? Pratikte Türklük kavramının bütün etnik kesimleri kucaklayıcı bir üst kimlik işlevi görmediği yaşanan olayların dili ile kendini ifade etmektedir. Bilindiği üzere, farklı etnik kimliklerin tek bir siyasî örgüt altında toplanması, üç yolla mümkündür. Birincisi, bir milliyetin diğeri üzerinde sulta oluşturması; ikincisi ortak ideoloji ve üçüncüsü ise din birliğidir.

Durum ve Mısyonumuz

Ülkemizde hâli hazır durumu bu açıklamalarımız ışığında tanımladığımızda, adalet-i mahzanın terk edildiği, adalet-i izafiyenin hâkim olduğu; hilâfetin, yani hukukun üstünlüğü, liyakat ve istişare ilkesinin terk edildiği; vesayet sisteminin, yani ulusal-ideolojik saltanatın hüküm sürdüğü; milliyetin dini hükmü altına aldığı bir sistemi temsil etmektedir. Böyle bir sistemin çatışma üretmesi kaçınılmazdır…

Sorunun çözümü, Türk, Kürt veya başka bir ontolojik kimliğe mensup Müslümanların adalet-i mahza, yukarıda açıkladığımız mânâda hilâfet ve din yanında mı; adalet-i izafiye, saltanat ve milliyet yanında mı yer aldıkları hususu ile bire bir ilişkilidir. Müslümanlar bu konudaki duruşlarını net bir biçimde ifade etmedikleri sürece, sorun Ergenekon-PKK ara kesitinde sıkışıp kalacak ve Müslümanlar da zulme, iftiraka (ayrışmaya), çatışmaya ve parçalanmaya yol açacak olan adalet-i izafiye, saltanat ve milliyeti temsil edenlerin elinde bir malzeme hâline geleceklerdir. Böyle bir konum, Müslümanların İslâm mensubiyetini de tartışmalı hâle getirmektedir. Çünkü, adalet-i izafiye, saltanat ve milliyete taraftar olmak, İslâm’ın tarihte savaş açtığı üç temel sapmadır. Müslümanlar böyle bir sapmayı temsil edemezler… Bilâkis, bu sapmalara karşı mücadele için ittihad veya ittifakla mükelleftirler. Müslümanlar ne zaman bu mükellefiyeti yerine getirmek üzere harekete geçerlerse, sorun Ergenekon-PKK ara kesitinde kalan çatışmacı zeminden ve çatışmacı muhataplardan kurtulacak, süreç barış ve uzlaşma yönünde yeni bir yön kazanacaktır. Bugün Bedüzzaman yaşasaydı, bu süreci o başlatacaktı. İçtimâî mânâda demokrat misyona bu boyutu kazandıracaktı. Bu sebeple, günümüz demokrat misyonu, bu anlamda yeni bir misyon üstlenmeli ve Bediüzzaman’ın tereddütsüz başlatacağı bu süreci, onu ve şahs-ı mânevîyi temsilen hemen başlatmalıdır.

YUSUF ÇAĞLAYAN

Emekli Askerî Hâkim

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*