Bir Ermeni´nin gözünden başörtüsü meselesi

Image
Uzun süredir konuştuğumuz, tartıştığımız, çarptığımız, topladığımız, çıkardığımız ve sonunda da bölüp bir de üstüne “bölündüğümüz” bir “mesele” başörtüsü… Peki bir Ermeni yani bir Hıristiyan korkar mı başörtüsünden, savunur mu başörtüsünü ve başörtülü kızların okuma hakkını? Ermeni olmayan arkadaşlarımla konuşurken soru “Eee asıl sen ne düşünüyorsun bu konuda?” sorusuna geliyor…

“Asıl sen” kısmı işin önemini benim suratıma çarpıyor… Şimdi başörtüsünden korkan, başörtülü kızların üniversiteye başlamasıyla İranlaşacağımızdan ve şeriatın geleceğinden emin onca arkadaşım bir “azınlık” daha doğrusu bir Hıristiyan olarak benim de bu konuda görüşlerime “Asıl ben ne düşünüyorum”a farklı bir önem veriyorlar.

Çünkü benim de korkmam aslında bir şekilde onların da korkusuna destek olacak, korkularımız birleşecek daha çok korkup daha çok kaygılanacağız, korkunun şemsiyesi altında “Korksak da mücadelemizi elden bırakmayacağız” mevhumunda birleşeceğiz… Dolayısıyla Ermeni bir Hıristiyan’ın korkması “laiklik elden gidiyor” yürüyüşlerine bayraklarıyla katılan onca kadına belki de “Ya Gayrimüslim vatandaşlarımız? Onları da korumamız lâzım” bahanesini sunarak daha da fazla bağırma imkânı verecek. Kim bilir benim korkum İlhan Selçuk, Tuncay Özkan, Türkan Saylan gibi laikliğin “bekçilerine” daha da cesaret verecek ve onlar “beni bile!” kanatları altına alacak, “Korkma biz yanındayız diyecek” ve hep beraber laiklik için yürüyeceğiz. Yani Ermeniliğim, geçmişteki “hainliklerim”, “yabancılığım”, “ötekiliğim”, bütün işlediğim “günahlar” belki de “türban” korkum sayesinde silinecek, feraha varacağım.

Ama çok denedim olmuyor. Bir türlü korkamıyorum şu “türbandan”… Tartışmaları da mânâsız buluyorum… Özellikle de başörtüsüne karşı olan her insanın televizyonlarda, gazetelerde verdikleri hemen hemen her demeçte “Benim de ninemin başörtüsü vardı, ama o başkaydı” ile bolca dolu cümlelerinden de sıkıldım… Örtüyü merkeze alıp altındaki insanı yok sayan, oradaki insanı görmek istemeyenlerden de sıkıldım. Mutlak iyi insan varmışçasına hemen hemen her bir başörtülünün “örümcek kafalı, “öcü” olarak tanımlanmasından da bunaldım… Tahammül edemediğim şey tahammülsüzlük ve beni asıl korkutan da bu. Tahammülsüzleştikçe de bölünüyoruz sonra da toparlanamıyoruz.

Ben Türkiyeli bir Ermeni olarak yani kimliğinde de “Hıristiyan” yazan bir insan olarak üniversitelerin özgür olmasını ve herkesin eğitim almasını savunuyorum. Ben tek tip öğrenci tipiyle okumak yerine farklı bir çok görüşten, inançtan insanlarla okumak istiyorum. Meselâ başörtülü bir kızın okul dışında zorla tutulmasının onun özgürleşmesine, kendi ayakları üzerinde durmasına, hatta onun “modernleşmesine, “çağdaşlaşmasına” daha ziyade kendi kişisel gelişimine, kendilerini gerçekleştirmelerine mani olduğunu düşünüyorum. Meselâ bu kızlar birçok kişinin gözünde “örümcek kafalı” olarak adlandırılıyorlar fakat okulların kapısını onlara kapatarak onların kendi deyimleriyle “örümcek kafalı” olarak kalmaları senelerden beri dayatılıyor. Aslında başörtülü kızların mahrum edildiği sadece 4-5 senelik bir üniversite eğitimi değil, onların geleceğinin, hayatlarının da gasp edildiğini düşünüyorum. Okumayı seven bir insan olarak kendimi onların yerine koyuyorum ve başörtüsü yüzünden “okullaşamamak” düşüncesi bana kötü geliyor.

Meselâ iyi üniversitelere girme kapasitesi olan ve giremeyen kızları düşünüyorum, onların da benimle beraber Foucault, Bourdieu, Adorno vs… okuyamamalarının can sıkıcı olduğunu düşünüyor hatta kendimi fırsat eşitsizliğinin suç ortaklarından birisi olarak görüyorum. Başörtüsü yerine kapılarda, güvenlik kabinlerinde, arabaların arkasında gizlice peruklarını takan kızları görmek benim de gururumu incitiyor. Belki biraz fazla empatik olduğumu düşünebilirsiniz, ama kendimi onların yerine koymaktan alıkoyamıyorum. Meselâ “başörtülü kızlar gelirse derslere girmeyiz” diyen akademisyenlerle öğrencilik hayatımın şu son dört ayında birebir karşılaşmamayı umuyorum. O akademisyenlerden alacağım derslerin de bir çok şeyden noksan olacağını düşünüyorum.

Türkiye’ye şeriat geleceğini, Türkiye’nin bir İran olacağını düşünemiyorum. “Kesin İran oluyoruz, az kaldı, imdat!” diye de bağıran onca çığlığa, yakın çevremde bu tarz düşünen insanların fazlalığına rağmen ben böyle düşünmüyorum. Eski İran yeni İran sunumu her gün en az bir kere başka bir kişi tarafından elektronik posta kutuma yollansa da tartışma programlarında en fazla verilen örnek İran olsa da ben asla bir İran olacağımızı düşünmüyorum. Tüketimin bu denli yoğun olduğu bir ülkede, her gün yeni bir alış veriş merkezi açılan, özel sektörün hızına hız kattığı, özel okulların, özel hastanelerin, dershanelerin dur durak bilmeksizin açıldığı bir ülkenin İran olamayacağını düşünüyorum. Kendini “laik” olarak tanımlayan onca insanında kaygısının laiklikten ziyade ekonomik olduğunu düşünüyorum.

Birçoğu laikliğin belki de tanımını, mânâsını bilmeden “laiklik elden gidiyor” deyip başörtülü kadınlardan hınçlarını almaya çalışıyorlar. Tabi bu noktada bir de haksız kazanç/haklı kazanç ikilemi ortaya çıkıyor. Her İslâmî görüşü paylaşan ve ticaret yapan kesimler onların bakışında haksız kazanç sahibi… Bu noktada emin olamayız, ama her iki tarafta da haksız kazanç sahibi olan bir çok insanın olduğunu söyleyebiliriz. Başı açık olup, kendini son derecede “laik, çağdaş, kemalist” olarak tanımlayan onca haksız kazanç sahibi iş insanının olduğu gibi, İslâmcı ve haksız kazanç sahibi olan onca iş insanı da vardır. Sonuçta hiçbir alanda, hiçbir görüşte, hiçbir dinde, ırkta mutlak iyi yoktur. Benim anlatmak istediğim bir nev’î “makyajlı laiklik” meselesi.

Yani ekonomik kaygılarını, kendi hayat alanlarının istemedikleri kişiler tarafından ‘işgal’ edilmesini ‘laiklik elden gidiyor’ cümlesine sığınarak önlemeye çalışmak. Ekonomik kaygılarını “laiklik” kaygılarıyla makyajlamak…

Bunlar benim kendime göre gözlemlerim çünkü bugüne kadar başörtülüleri veya “türbanlıları” ekonomik durumlarına bağlantılı olarak eleştiren birçok kişiye rastladım. “‘Bunlar biz mağduruz edebiyatı yapıp, üniversiteye giremiyoruz’ der BMW jeep kullanırlar” gibisinden tüketimi de hedef alan birçok cümle duydum. Tabiî ki bu tavrı her başörtüsü karşıtına mal edemem ama bu sıkça karşılaştığım örneklerden biri. Bence bir başörtülü son model araba da kullanabilir, yalılarda da oturabilir ama eğitim hakkı engelleniyorsa, o “mağdurdur”.

Ben bütün bunları yazarken bu meseleyi daha doğrusu “meseleleştirilen” bu olguyu Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) ve Milliyetçi Hareket Partisi’nin (MHP) politikalarından tamamen ayrıştırarak salt kendi hissiyatımla aktarmaya çalıştım. Yoksa üniversitede özgürlüğün sadece başörtüsüyle sınırlı kalmamasını, başörtüsünün sadece bir altküme olmasını diğer özgürlüklerin de bir an evvel hayata geçirilmesini, bu konuda değişiklikler yapılması en büyük temennilerimden. Başörtüsü “meselesinin” daha hoşgörülü bir yaklaşımla, diyalogla, birbirini anlama yoluyla çözülebileceği, “akademisyenlerin” öğrenci ayrımı yapmadan her öğrenciye ders vermeye gönüllü olduğu, özgürlüklerin üniversitede ve başta ifade özgürlüğü olmak üzere daha bir çok alanda yaşanabildiği bir ülke düşlüyor ve bu noktada her birimize çok iş düştüğünü düşünüyorum.

Benzer konuda makaleler:

1 Yorum

  1. türkiye’nin iran’a bensemeyeceği konusundaki tespitin gerekçesini çok tutarlı buldum aynı fikirlerin benzerleri ” üçüncü dalga kitabındada var” dediğiniz gibi özel sektörlerin büyümesi ve yaygınlaşması ülkelerin demokratik gelişimini hızlandırır. Eğer ülkemiz dogal kaynaklı yani devlet şeçkinlerince varlıklı olsaydı belki İran’laşabilirdi Ayrıca dininizi iyi araştırmanızı tavsiye eder sizin yaratan rabbinizin bir oğlu olamayacağını eğer oğlu var ise başka oğulları da kızları da yok mu sizce eğer yok ise Allah’a bir oğul atfetmek onu ve yaratıklarını küçümsemek değil mi bu ise yüce yaradan karşı bir hakaret değil mi oysa bizce rabbimiz Allah ne doğmuştur ne de doğrulmuştur ne de bir yakını olabilir o sadece birşeye o der ve o oluverir işte rabbin büyüklüğü budur.

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*