Bir yol hikâyesi

Bu yol hikâyesi bir kış günü başlamıştı.
Asırlar onun gelişini beklemişti.
Uçsuz ve bucaksız dağların ardından, asude bir Anadolu vadisinde doğmuştu.
Saliha bir anne, asil bir baba…
Bu doğumdan ehl-i velâyetin haberi çoktan olmuştu.
Osmanlının son demleri idi.
Bir çok olaya gebe günleri yaşıyordu Anadolu…
Deccal ve Süfyan’ın, Mehdî ve İsa Aleyhisselâmın gelmesi yakınlaşmıştı.
Günler biribirini takip ediyordu.
O, küçüklüğünde bile Abdulkadir-i Geylânî’nin manevî himayesinde idi.
Cevizleri kaybolduğunda bile, “Ya Şeyh, sana şu kadar Fatiha, benim cevizlerimi buldur” der cevizleri ortaya çıkardı.
Nurs’un cevizleri meşhurdur. Köyün içindeki dereden üçyüzaltmışbeş gün gürül gürül sular akar.
Bir çekirdekten koca ağacı halk eden Rabbimiz, bir insandan âlemi manevî güneş ile dolduracak bir hakikati ihsan edecekti.
Âlemi zulümatta bırakmayacaktı.
Acelesi vardı, kışta gelmişti…
Cennetâsa bir baharda geleceklere zemin hazırlıyordu.
Daha çocuk yaşlarında bir rüya görmüştü…
Sahih bir rüya…
Zamanlar ve asırlar adeta Nurs Köyü’nde toplanmıştı.
Hâlâ varlığı devam eden ve dünyevî hiçbir konforu bulunmayan bir evde…

Kıyamet kopmuş, o dehşet içinde Sırat Köprüsü’nün başında durmuştur. Bütün peygamberler gelir onların ellerinden öper. Sonra iki Cihan Serveri (asm) gelir.

Onun da elini öper ve ilim talep eder.
İki Cihan Serveri (asm):
“Ümmetimden sual sormamak şartı ile sana Kur’ân ilmi verilecektir” der.
Uyanır, büyük bir heyecan ve telâş içindedir.
İlmin kapıları o zaman sonuna kadar açılır.
Daha çocuk yaşta iken zamanın harikası unvanı verilecek ve ona “Bediüzzaman“ denilecekti.
Ağrı’nın Doğu Beyazıt ilçesinde, eski İshak Paşa Sarayı’nın yanındaki medreseden icazetini aldı.
Daha yaşı on dört idi.
Ana ocağından bir küçük bohça ile ayrılan Said bir daha köyüne dönemeden uzun bir yolculuğa çıkacaktı.
Geleceğin nesline yol olacaktı.
Bazı âlimler, bu yolcunun mevcudiyetinden memnun olmak yerine ona rakip olarak bakmışlardı.
O, buna hiç ehemmiyet vermedi.
“Ben ulemanın ilminde şüphe etmem. Fakat kimin bir suali varsa ona cevap veririm” demişti.
Yollar bir bir yılları önüne getirdi.
İlmî münâzaralar,
Günün şartlarına çare olacak reçeteler…
Bir hedefi vardı: Medresetüzzehra
Ona koştu, ömrü boyunca ve o heyecanı yaşadı…
Üç düşmanı tesbit etmişti: Cehalet, zaruret ve ihtilâf.
Bu üç düşmana karşı marifet, san’at ve ittihat silâhını kullanıyordu.
Sultan Hamid ve Reşad’a bu tekliflerini iletmişti.
Buna cevap Sultan Reşad’dan geldi.
Üniversitenin temeli atıldı, ama Cihan Savaşı bu emeli geri bıraktı.
Yol hikâyesi devam ediyordu…
Emrindeki milis kuvvetleri ve talebeleri ile Ermenilere ve Ruslara karşı amansız bir savaşa girdi ve esir düştü.
Esaretten sonra İstanbul’da İngilizlere karşı mücadelesi dillere destan oldu.
Ankara yeni bir değişimin ve dönüşümün içine girmişti.

Ankara’nın hayat hikâyesi ve cazip tekliflerine aldırmadan, “O güne eriştiğinizde kuvvet ciheti ona galebe edilmez, ancak Kur’ân hakikatleri ile mukabele edilebilir” emrine uyarak tekrar Van iline döner.

Yeni hükümetin yönü ise geçmişin aksine dönmüştü.
Evhamlarından onu sürgün sürgün üstüne yaşatacaklardı.
Jandarma nezaretinde Eğridir’e getirmişlerdi.
Mevsim kış idi.
Âdeta yer demir, gök bakır…
Kayıkçı Şevket’i buldular.
Kaymakam emir verdi:
“Şevket, bu zat Barla’ya götürülecek, yukarıdan emir var.”
Şevket cevap verir:
Efendim gölün yüzü donmuş; çözüldükten sonra götürsek olmaz mı?”
“Olmaz, bu zat bu gün Barla’ya ulaştırılacak!”
Kayıkçı Şevket mecburdur.
Ne hâl üzere olursa olsun, bu görevi yapacaktır.
Bindirirler Bediüzzaman’ı kayığa.
Bir kişi buzları kırar.
Gelen misafirin hâli çok dikkatini çeker kayıkçı Şevket’in.

Namaz vakti gelir ve Bediüzzaman namaza durur.
O esnada kayıkçı Şevket jandarmanın kulağına eğilir ve yavaşça sorar:
“Bu zat kimdir, niçin Barla’ya gönderiyorlar?”
Jandarma cevap verir:
“Hemşerim bu zat Ankara’ya kafa tutmuş, onun için buraya sürdüler”
Mesele o zaman anlaşılmıştır.
Barla ıssız ve sessiz bir beldedir.
Bu zat ve dâvâsı burada unutulup gidilecek zannedilir.
Hâlbuki bu Nur, Barla’da başlayıp, dünyanın dörtbir yanına yayılacaktır.
İlim tekniğe meydan okumaya başlamıştır.
Şamlı Hafız Tevfik Efendiye ilk emir şu olmuştur:
“Yaz kardeşim! Bismillah her hayrın başıdır, biz dahi onun ile başlarız”
Medresetüzzehra’nın asıl temeli orada atılmıştır.
Üniversite, bütün bir ülke, sonra da bütün bir dünya olmuştur.
Cennetâsa bir baharı hazırlamak için onlar kış şartlarını verimli geçirmişlerdir.
Hem de binler musîbet ve sıkıntılara rağmen…
Yol hikâyesi bir silsilenin devamı idi.
Kıyamete kadar devam edecek bir âlî dâvânın tezahürleri yaşanıyordu.
Şahıslara bağlı olmayan bir dâvânın tezahürüydü…
Van Kalesi’nin üzerinde kunduraları kayıp düşerken dilinden dökülen sadece “”Dâvââââm!..” niyazıydı.
Bu büyük tehlikeden bir kez daha Gavs-ı Azam’ın himmetiyle kurtuldu.
Harika bir şekilde mağaranın girişine konuldu.
Bir dâvâsı vardı, bir de yol hikâyesi…
İşte bu, kupkuru bir hikâyeden ziyade İlâhî yola baş koymuş bir yolcunun hayat macerası idi.
Bu yol, sonsuzluğa açılan bir yolun hikâyesiydi…

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*