Bitkilerin yaşam tarzından yansıyan mucizeler-2

Evet, yeryüzünde ve göklerde her ne varsa; yek diğerine muhtaç olup, biribirisiz olmazlar. Yani birbirini tamamlayan unsurlardırlar. Birinin yokluğu veya eksik olması halinde, o muazzam sistemin çökmesi, bozulması ve iflâsı anlâmına gelir. Bunlardan her hangi bir unsuru ele alırsanız şayet; tek başına onun, hayatî öneme haiz olduğunu görürsünüz.

Bir önceki makâlemizde, havanın önemi ve görevleri üzerinde durmuştuk. Şüphesiz hava; hayatın her sürecinde, her anında bizden ayrı düşünülemeyen, iç içe olduğumuz ve her saniye akciğerlerimizi besleyen unsur.

Uykuyla beraber, insanın her bir organı da uyku moduna girer. Ancak vücudun motoru, lokomotifi hükmünde olan insan kalbi; durdurak bilmeden, yorulmadan, usanmadan ve dinlenmeden hep çalışır. Bu çalışmasını ve enerjisini, her nefeste akciğerlerimize doldurduğumuz oksijene borçludur. Bir otomobil düşünün ki; nasıl enerjisi olmadan, yakıtsız çalışamıyorsa, aynen öyle de; bir insan kalbinin oksijensiz kalması demek; hayatının sona ermesi, yani ölmesi anlamına gelecektir.

Bütün canlıların yaşamı için bu denli elzem olan ve sürekli yanımızda hazır ve nazır bulunan oksijenin, üretim kaynakları nelerdir, bu oksijen nereden geliyor? Diye, mutlâk anlâmda merak ettiğinizi biliyorum.

Peki geliniz!

Hep beraber bu oksijen hazinelerini araştıralım, keşfetmeye çalışalım ve bilimsel olarak fikir yürütelim. Bu çalışmamızda, bitkiler hakkında en az bizlere lâzım gelen bilgilere kavuşacağımızı umuyor ve temenni ediyorum.

Bitkiler üzerinde bilimsel çalışmalar yapan ve binlerce bilim dallarına ve bilim insanına rağmen; bitkilerin çözülemeyen, esrarengiz, sayısız nice noktalarının hala muğlak kaldığını biliyoruz.

Diğer bütün kâinat olaylarında ve canlılarda da, durum bundan pek farklı değildir. Örneğin süt ve süt ürünleri üzerine çalışan bilim dalları vardır. Süt’ün bileşiminden ve faydalarından ve diğer bazı yönlerinden uzunca bahsedilir, bilgi verilir. Lâkin mer’adaki çayırlardan ot yiyen bir inek, koyun ve keçinın işkembesindeki fışkı (fers) ve kanın nasıl süt’e evrildiğini ve o süt’ün, fışkı ve kana bulaştırmadan ve bulandırmadan ve onlara büsbütün muhalif olarak temiz, safi, hoş, bembeyaz o sütü, bütün validelerin memeler musluğundan, bir çeşme gibi ağzımıza akıtıldığına dair versiyonu (mahiyeti) hala gizemini korumaktadır.

Ve hakeza, bal üzerine bilim adamları, nice araştırma ve çalışmalar yapmış ve halâ devam etmekte iken; çiçeklerin öz suyunu içen bir arının, o suyu, nasıl proteini yüksek, mugaddi bir bal’a çevirdiğini, çözmekte hep aciz kalmışlardır.

Yahu burada, iştahla bunca besinleri, gıdaları hoyratça sorumsuzca yiyor ve içiyoruz. Bu kadar acaibi ve hikmetleri düşünüp de Allâh’a hamd etmemek vicdana sığar mı? diye herkese sormak isterim.

Şimdi asıl konumuz olan oksijene dönecek olursak; bunun doğrudan doğruya, bitkilerle ve özellikle yapraklı bitkilerle alakalı olduğunu görüyoruz.

Bitkiler de; hayvanlar ve insanlar gibi canlı varlıklardır. Hayvan ve insanlar besinlerini dışarıda ararken; bu durum, bitkiler için geçerli değildir. Onlar kendi besinlerini kendileri üretirler. Cenab-ı Allâh, bitkiler için akıllara durgunluk veren, öyle bir sistem tesis etmiştir ki; bitkiler kendi besinlerini üretmek maksadıyla, bir FOTOSENTEZ olayının devreye sokulduğunu görüyoruz.

Yeşil yapraklarda KLOROFİL mevcuttur. Klorofil: Güneş ışığından aldığı enerjiyi, bitkilerde karbon özümlemesini sağlayan ve aynı zamanda bitkilere yeşil renklerini de veren maddedir. Düzenli su ihtiyacını karşılayan ve Güneş enerjisinden faydalanan bitkiler; bu klorofil aracılığıyla, karbondioksit ve suyu birleştirerek, oluşturduğu organik besinleri yapmasına, yani basit şekerlere ve oksijene dönüştürmektedirler ki; Bu olaya FOTOSENTEZ adı verilmektedir.

Fotosentezin meydana geldiği başlıca yer yapraklardır. Bu sayede bitkiler, hem beslenir ve dolaysıyla büyürlerken, diğer yandan da insanların yaşayabilmeleri için, elzem olan OKSİJENİ üretirler.

Yani hava bahsinde temas ettiğimiz gibi, insanlar ve hayvanların akciğerlerine nefes yoluyla aldıkları oksijen, kirli kanı temizler ve kalbin çalışmasına enerji temin ederken; karbondioksit olarak dışarı çıkar. Bitkiler ise; bunun tam tersine yani kirli havayı, yani karbondioksiti teneffüs eder ve insanlar için lâzım olan oksijeni dışarıya verirler.

Bitki dediğimiz canlılar, rızıklarına kanaatkâr olduklarından, mücadeleye, kalaklanmaya ve fazla bir heyecana ihtiyaç duymaksızın, durduğu yerde, Güneşten aldığı ışık enerjisini, kendi bünyesinde — ne gizli fabrikalar, sistemler var ise — gereken glikoz ve besinleri üretir ve beslenirler.

Bu fotosentez olayı olmasaydı, bilâşüphe, dünya’daki yaşam da olmazdı. Oksijen; bitkilerin ışık enerjisini kimyasal enerjiye dönüştürmesiyle gerçekleşmektedir.

Bir çok bilim insanı ormanların korunmasının ve yeşil alanların çoğaltılmasının, karbon dioksit seviyelerinin artmasını önlediğini düşünmektedirler.

Burada yine hayat için, hiç bir şeyin eksik bırakılmadığını, en mükemmel şekliyle, her şeyin tastamam yaratıldığını, bu hususta insanları uyaran, şu âyet-i kerime ne kadar enteresandır!

“Rahman olan Allâh’ın yaratışında hiç bir uygunsuzluk göremezsin. Gözünü çevir bak! Bir bozukluk (çarpıklık) eksiklik görebiliyor musun? Sonra gözünü, tekrar tekrar çevir bak; göz (aradığı bozukluğu-eksikliği bulmaktan) aciz ve bitkin halde sana dönecektir.”(1)

Yani herhangi bir dengesizliğin, eksikliğin, çarpıklığın, yanlış bir yapılanmanın bulunamayacağını ve olmadığını ve her şeyin muazzam bir muvazene ve dengede yaratıldığını ifade eder.

Deniz bitkileri de fotosentez yoluyla besin üretmek için, sudan geçen Güneş ışığını kullanırlar. Bu süreçte, okyanustaki karbondioksiti tropikal yağmur ormanlarından, çok daha hızlı emip depoluyorlar. Dolaysıyla iklim değişikliğiyle mücadelede onların da katkısı söz konusu olmaktadır.

Bir de kurak ortamlarda yaşayan çöl bitkileri vardır. Dünyanın kara düzeyinin üçte biri çöllerle kaplıdır. En kurak yerlerden bazıları, Dünya’nın en ilgi çekici bitkilerine ev sahipliği yapmaktadır. Bunların bir kısmı hayvanlar için gölge ve yem sağlayabilen küçük ve dikenli çalı türü bitkiler olup genellikle, yine çöl hayvanı olan develere yem teşkil ederler.

Bu çöl bitkilerinin de hayat tarzında düşündürücü çok noktalar vardır. Bunlar geceleri toprak düzeyi yakınında oluşan, az miktarda su buharını emerler.

Bazı çöl bitkilerinin ve kaktüslerin iklime gösterdikleri başka bir uyum da, yapraklarının değişerek dikene dönüşmesidir. Ayrıca bitkinin sapı, hem fotosentez organı, hem de su depo edici organ görevini yerine getirmektedir.

Çöl bitkilerinin, su istekleri az olmakla birlikte kökleri derindir. Bu sayede kökleri ile yer altındaki sulara daha kolay ulaşabilmektedirler. Yapraklarının sert, tüylü, küçük ve dikenli olması, su kaybını da en aza indirgemektedir.

Aman ya Rabbi! Bu kurak ve amansız çöl sıcaklarında, bu bitkiler ve çiçekler kurumaktan kendilerini nasıl koruyabiliyor ve zinde kalabiliyorlar?

Bitki türleri içerisinde bir de mantar çeşitleri vardır. Jilber Barutçıyan; çok büyük bir mantar zenginliğine sahip olan Turkiye’de, Dünya pazarlarında ekonomik değeri olan, bütün türlerinin yetiştiğini ve İstanbul’un da mantar çeşitleri açısından, zengin bir coğrafyaya sahip olduğunu ve İstanbul’un çevresindeki ormanlarda; Türkiye’de bulunan 30 bin tür mantardan, 29 bininin yetiştiğini ifade eder.

Dikkat ederseniz ülkemizde sadece mantarın 30 bin çeşidi tespit edilmiştir. Ayrıca 25 bin tür buğdaydan da bahsedilmektedir.

Sayısız bunca tür bitki, sadece akıllara hayranlık vermeli.

Bitkilere; su’dan ziyade, sevgiyi vermek gerekir.

Ağaçları dikmek ve korumanın ne denli önemli olduğuna dair Hz. Peygamber, şu hadis-i şerifleriyle dile getirmiştir.

“Elinizdeki fidanı diktikten sonra, kıyametin kopacağını bilseniz dahi, o fidanın dikimini bitiriniz.”

Ebû Eyyub el-Ensarî’de: Hz. Muhammed’ten şöyle bir hadis nakleder: “Kim ki, bir fidan dikerse; Allâh o ağaçtan yetişecek meyveler adedince ona sevap yazar.”

Diğer bir hadiste de; “Bir Müslüman, bir kişi bir ağaç diker de; ondan insan, hayvan veya bir kuş yerse, bu yenen şey kıyamet gününe kadar onun için sadaka olur.”(2) buyurmuştur.

Bahçedeki bir demet menekşe, en güzel hediye, ormandaki çam ağacı, mubalağa olmaksızın bizim hayat kaynağımız. Onlara en büyük sevgiyi ve şefkati esirgemek, bir insan için en büyük nankörlük olur.

Hayatımızın ayrılmaz bir parçası olan ağaçların sayılamayacak kadar çok faydaları vardır. Gölgelerinden yararlanıp, enva-ı çeşit meyvelerinden yediğimiz ağaçlara, sarılıp hasret gidermeyi hiç denediniz mi?

İşte bunun güzel bir örneği:

1926 yılında Bediüzzaman, İsparta’nın çok sapa, yalçın dağları arasında bulunan, küçük bir nahiye hüviyetinde olan, Barla’ya sürgün gönderilir.

Barla’da Bediüzzaman, kaldığı mütevazi evin üst katından, hemen yanı başındaki çınar ağacının dalları arasında bir kulübecik (çardak) kurar. Burası Üstad’ın bahar ve yaz mevsimlerindeki istirahatı ve tefekkür ve ibadetleri için en munasip bir menzildir.

Buradan bazan yüksek çam dağına gider. Orada da iki büyük ağaç üzerine çardaklar kurmuş ve tek başına bir müddet, o ıssız ormanda, yalnızlıkla ünsiyet eder, huzur bulurdu. Ve “Ben bu menzilleri Yıldız sarayına değişmem.” dediği de nakledilir.

Üstad Barla’dan 25 sene evvel ayrılmış ve o zamana kadar hiç gitmemişti. Bu defa Barla’ya sürgün ile değil, hapis ile değil, kendi rızası ve serbest olarak gider. Talebeleri ve köylüler O’nu karşılamaya çıkarlar. Eski meskeni medreseye yaklaşırken; 25 sene evvel, O’nu uğurlayan çınar ağacı; bu sefer O’nu sevinçle karşılıyordu. Üstad şükür secdesine kapanır. Ve o çınar ağacına sarılmış ve hüngür hüngür ağlamıştı. Ve orada bulunan ahaliye ve talebelerine kendisini yalnız bırakmalarını söylemişti. Sonra dershane kabul ettiği odasına girdi ve orada da iki saat kadar kaldı. O hıçkırıkları ve hazin ağlayışı dışarıdan dahi işitiliyordu.(3)

Aslında O, sevdiklerine, talebelerine, mübarek Barla halkına kavuşmanın ve buluşmanın hazin, ama diğer yandan, sevinç gözyaşları döküyordu, diyebiliriz.

Ağaçları dikmeye ve yeşili sevmeye canımız kadar önem vermemiz gerekir.

Bulunduğumuz ülke, oturduğumuz şehir, kasaba ve köylerin ağaçtan ve yeşilden yoksun olmaları veya yeteri kadar önemsenmemesini, hoş görmenin imkânı var mı?

Çevrenin ağâçlandırılması, yeşile boyanıp donatılması ve çiçeklendirilmesi, her milletten ziyade bize ait olmalı değil midır?

Durum bu merkezde iken, dikilmiş ağaçları ve yeşilleri vahşice kesmek, bakmayıp kurumaya terk etmek, çiğnemek, söküp atmak, kırmak, koparmak ve hatta bile bile yakmak gibi cinayetlere, insanın eli nasıl varır, anlamak mümkün değildir.

Diğer hayvan ve canlılara olduğu gibi, ağaçları ve yeşili korumanın ve sevmenin; insanları hak ve hakikate, yaratılmışlara şefkate ve hizmete davet etmek, en mühim insanî vecibelerimizden biri olmalıdır.

Görüldüğü üzere ağaç; güzellik ve süs unsuru olduğu kadar, sağlık ve bereket vesilesidir.

Ağaç, insan hayatı için, aynen ilim gibi; beşikten mezara kadar, ondan ayrılmaz en sadık dost ve refakatçisi olmalı.

Burada, yazının nihayetinde çok önemsediğim, bir yaraya da parmak basmadan geçemeyeceğim, şöyle ki;

Nüfus itibariyle 40 küsur vilâyetten daha büyük olan KIZILTEPE’de, bir müddet beraber çalıştığımız, zamanın Kaymakamı, eski merkez hastahaneye hemen bitişik, hatırladığım kadarıyla, çiftçilerden toplanan paralarla, bir ek bina yaptırmıştı.

Ve bu ek binanın da, yanı başında insanlarımızın rahat edeceği; kamelyalarıyla, ağaçlarıyla ve yemyeşil çim ve çiçekleri ile, gayet güzel, cazip bir park tanzimine vesile olmuştu. Zira kendisi, ağaçları ve yeşili seven bir insandı.

Şimdilerde bu güzelim bahçe; ey vah ki ey vah! Yıllardır kurumaya terke dilmiş durumda. Şu anda yağmur sularıyla ayakta kalmaya çalışan ve direnen bir kaç ağaçtan başka, hepsi kurumaya yüz tutmuş durumda.

Allâh rızası ve sevgisi adına ve insanlık için, susuzluktan canı yanmış, “Yağdır Mevlâm su” diye feryat eden, bu ağaçlara birazcık şefkat ve merhamet eliyle su içirelim, canlandıralım diyorum.

İnanın, oradan her geçtiğimde yüreğim burkuluyor. Ayrıca, beldemizde, temizliğe ve yeşile gereken özenin gösterilmemesi ve daha nice lakaydlıklar ve sorumsuzluklardan ve kirden çöpten dolayı; böyle bir yerde yaşadığım için pişmanlık duyuyorum, çok hayıflanıyorum, üzülüyorum ve de me’yus oluyorum.

Güzelim ağaçlar, çimler ve yeşiller; nihayet birer canlı.. Bir bebek şefkatinde, rahmet elinin uzatılmasına muhtaçtırlar ve insanlardan bu ilgiyi beklemektedirler.

RAHMET YÜKLÜ BULUTLAR UMUDUN OLSUN.

YIRTILSIN KARANLIKLAR, SİLİNSİN KARANLIK SURETLER,

YÜKSELSİN YENİDEN GÜNEŞLER.

KEKİK KOKUSU BÜYÜ/SÜN HÜRRİYET.

YEŞERİVERSİN UMUTLAR BAHAR RÜYASINDA,

FİLİZLER FİDAN OLSUN, DALLAR MEYVEYE DURSUN.

HUZUR, BARIŞ VE SEVGİ DOLSUN GÖNÜLLERE…

HER GÜNÜMÜZ AYDINLANSIN “YENİDEN BİSMİLLÂH” İLE.

SÜRUR VE MUTLULUKLA BAYRAMA DÖNSÜN HAYAT…

Dipnotlar:

(1) Mülk 67/3-4
(2) Müslim, musakat 9, 12
(3) Tarihçe-i Hayat, s.587

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*