Delilikten dervişliğe

Eprimiş hayallerin, hurdahaş umutların ve yeniden doğuşun öyküsünü anlatan kitabı kapadım. Okuduklarımı sindirmek ve ruh dünyamda çarpışan düşünceleri aydınlığa kavuşturmak istiyordum.

Bir eliyle başını tutan Ayşe Şasa’nın fotoğrafına baktım. Hatıralar bir bir üşüştü zihnime. Kendisiyle bir buçuk yıl önce lisans tezimi hazırlama safhasındayken telefonda görüşmüş; röportaj yapmak istediğimi söylemiştim.

Ancak bu isteğim gerçekleşme imkânı bulamadı, hiçbir şey nasipten öte değil diyerek başka bir zamana ertelemiştim bu hayali.

Anılara kapılıp gitmişken, kitap kapağını süsleyen fotoğrafın ne kadar anlamlı olduğunu fark ettim o lâhzada. Kalbî ve zihnî mücadelesini, şizofreni hallerini, kutsal arayış yolculuğunu ve hakikate varışını anlattığı “Delilik Ülkesinden Notlar” ne zamandır okumayı istediğim bir kitaptı. Bunaltan Bursa sıcağına aldırmadan, anlatılanların büyüsüne kaptırarak heyecanla, merakla ve hayretle bir çırpıda okudum.

Okudukça tanır gibi oldum onu. Çocukluktan itibaren aile ve çevresi tarafından dışlanır Ayşe Şasa. Dünyayı yok etmek için hazırlanmış senaryonun bu iş için seçilen kurbanıdır. Gestapo tarafından ele geçirilmiş ve yarı yarıya biyonik hale getirilmiştir. Burnunda, gözünde, bedeninin her bir noktasında yerleştirilmiş radarlar, aygıtlar ve alıcılar vardır. Tehlikeye karşı uyumuş ve uyutulmuştur. Başına gelen bütün bu felâketler herkese ve her şeye şüpheyle bakmasına sebep olur.

İşte bu düşünce ve halüsinasyonların günbegün artarak benliğini kuşatmasıyla, bir gün şizofrenin o garip ve tuhaf dünyasına dalar. Sanrılarla, histeri nöbetleriyle geçen günler asırlara mütekabildir. 25 yıl evinden dışarıya tek bir adım atamaz. Yatağının başucundaki telefon dünyanın dört bir yanındaki arkadaşlarıyla iletişimini sağlayan tek araç olur.

An gelir, dünyasındaki açmazlardan kurtulmasını sağlayan bir kitap geçer eline; Muhyiddin İbn Arabî’nin Füsûsü’l Hikem’i… Kendi deyimiyle tam on sekiz yıl boyunca pençesinde kıvrandığı ağır sinir hastalığından bütünüyle kurtulur.

Eskiden, karanlık ve dağdağalarla dolu bir hayat, firak ve zevale doğru hızla sürükleniyormuşçasına sıkboğaz etmiştir benliğini. Kesif bir zülûmat her yeri istilâ etmiş, fırtınalar, yangınlar hiç dinmiyordur ruhunda. Ancak Füsûsü’l Hikem ile gelen aydınlık, dünyayı ferah ve huzur dolu bir limana çevirir. Artık o, şehre baktığında Allah u Ekber volkanlarını, ortada akan La İlahe İllallah okyanuslarını, göz alabildiğine uzanan Subhanallah ovalarını ve Elhamdülillah yaylalarını görür; hayretle bakakalır.

Peygamberimizin dilinden hiç düşürmediği, ‘Allah’ım hayretimi arttır!’ duası, o günden sonra Ayşer Şasa’nın da duası olur.

Dinin yasaklandığı bir dönemde, maddeye ve pozitivizme tapan insanlığın, çok geçmeden kucağında birikmiş acımtırak ve çürük semerelerle ağladığını, feryad ü figanlarla haykırdığını anlatır. Bu ekşi ve acı meyvelerden birisi de akıp giden kendi hayatıdır. Benzer hayatların yaşandığını bildiği için, aynı sıkıntı, keder ve kasveti tadan insanlara yardımcı olmak ister. Tecrübelerini kaleme alır, insanlığa sunar. Delilikten dervişliğe giden bu yolda, basit bir yol tabelâsı olduğunun altını önemle çizerek şöyle der:

“Benim yetişme çağımın hiçbir unsurunda gayba yer yok. Bugün yetişen bütün genç nesiller gayb bilgisinden çok uzak. Hâlbuki gayb olmadan insan olunmaz ki. Biz gaybtan geldik, gayba gidiyoruz. Yaratılışın gayesi bu; kesinlikle bu. Ben bunun en büyük inkârcısıydım. Allah neymiş, hâşâ! Yaratılmak neymiş? Bir sürü tesadüf oldu ve sonuçta biz maymundan geldik, diye inandırılmıştım. Ama yaşadığım birçok iç tecrübe ve acı, kalp gözümün açılmasına, kalp gözümün açılması sevginin açılmasına, sevginin açılması da aklımı açmama yol açtı.”

Ayşe Şasa hakikati keşfedebilme şansını elde edenlerden. Ya hâlâ, modern dünyanın çıkmazlarında inatla boğulmaya devam eden, her şeyi sebeplere indirgeyen ve kurtuluşu salt insana yükleyen zihniyetin hali ne olacak?

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*