Dünyanın hareket ve nizamından Allah’ı görebilmek

Herkese Selâm Olsun.

Bu günkü makalemin başında Konfüçyüs’ün şu anlamlı sözüyle başlamak istiyorum:

“Öğrenmeden düşünmek tehlikeli, düşünmeden okumak beyhudedir.” buyurmuştur. Bunu biraz açalım.

Görüldüğü üzere bu veciz ifadeyi tam anlayabilmek için de, tekrar tekrar okumak gerekiyormuş değil mı?

Anlaşılan şu ki, ilimden birikimi, sermayesi olmayanın cahilce düşünmesinin de kendisine bir fayda temin etmeyeceği gibi, aynı zamanda tehlikeli ve hatarlıdır da. Hele hele bir bütün olarak Evren’ın ve içindeki bütün varlıkların ve bu gün konumuz olan dünyanın bu dakik düzen ve ince nizamı üzerinde öğrenmeden düşünmek suretiyle, Allah’ın varlığını ve birliğini anlamaya çalışmak, kişiyi yanlışa sevk edebilir.

İşte burada, ALLAH’ı bilme ve tanıma nokta-i nazarından, bilgi sahibi olmanın adı olan MARİFETTÜLLAH’ın devreye girme zarureti vardır.

Diğer yandan, düşünmeden okumak da beyhudedır. Yanı boştur, havanda su döğmektir, abesle iştigaldir. Okumanın sayılamayacak kadar çeşitleri söz konusu edilebilir. En başta insanın, kendi kendini yani mahiyetini, öz varlığını okuması diye çok anlamlı bir deyim vardır ki, makama uygun bir sözdür.

“Ey kendini insan bilen insan! kendini OKU.” İkazından, insanın ürpermesi ve ayık iken uyuyanların da uyanması gerekir.

Yine Kâinatı okumak, yıldızları, gezegenleri, güneşleri, galaksileri, ileride işleyeceğimiz şimşekleri, bulutları, yağmurları, denizleri, nehirleri, dağları okumak. Ve nihayet bütün varlıkları okuyabilmek…

Bakışlarda olduğu gibi, okumakta da farklılıklar vardır. Bazen yüzeysel okumakla maksatlar hasıl olabilir. Meselâ trafik levhalarındaki işaret ve yazıları okumak, bir reklamdaki yazıları okumak ve benzeri gibi okumaklıklar. Bu tür okumalarda fazlaca bir aklî muhakemeye ve tefekküre gerek yoktur.

Ancak bir radyolog tabibin EMR veya Ultrasyona bakması, tetkik etmesi ve okuması, bir kimyagerin bir damla kanı veya suyu incelemesi, tahlil etmesi ve okuması ciddi bir ihtimam, bir gayret, bir tefekkür ve bilgi ister ki, sağlıklı ve isabetli bir sonuç alınabilsin.

Evreni ve içindekilerini yaratan Halık-ı Zülcelâl’ın bütün bu varlıklar üzerinden verdiği mesajları, insanın çok iyi ve doğru okuyabilmesi ve ilgili dersleri çıkarabilmesi için, önemli görevleri vardır. Eğer insan eleştirel ve hepten şüpheci bir gözle kâinatı ve varlıkları okursa eğer, kendisine hiç bir fayda temin edemez.

Kâinatın nasıl işlediğiyle ilgili fen ilimleri ilgilenir. Diğer yandan, neden var edildiği ile ilgili olarak da din bilimleri ilgilenir. Evvelâ şu büyük kâinat kitabını iyi okuyabilmeliyiz.

İkincisi, bu büyük kâinat kitabının ezeli tercümanı olan Kur’an’ı Kerim’i de anlayarak okumak lâzımdır. Hakikatte bu iki kitap arasındaki bilgilerde çelişki olmadığı gibi, aslında birbirinin tamamlayıcısı hükmündedirler.

Zira “Zaman ihtiyarladıkça O (Kur’an) gençleşen” bir kitaptır. Binaenaleyh bu güne değin, geçersiz ve hükümsüz kılınan bir tek cüz’ü, bir tek âyeti olmamıştır. O hep ter-u taze mahfuz kalmıştır.

Eskiler, “Köre nedir, körene? Görenedir görene.” demişlerdir.

“Güzel gören, güzel düşünür. Güzel düşünen, hayatından lezzet alır.” Sözünde, bunun yansımalarını (akislerini) görüyoruz.

“Kâinatın kapıları zahiren açık görünürken, hakikata kapalıdır.” Sözünü okurken, bu güzellikleri idrak edemeyen insanların bu bakar körlerden farkı yoktur.

Her şeye gözün nuru olan basiret ve ma’rifet gözlüğü ile bakmak ve okumak, şüphesiz insana anlâmlı bir derinlik kazandıracaktır.

Bir de vicdani bir bakış ve okumak vardır ki; bu bakışta aslâ sapma ve yanılma olmaz. Zira vicdan, “Ruhun bakan ve gören gözü, kalbin ise penceresidir.” Vicdandan gelen her bakış, insana haz ve lezzet verdiği gibi, saadet-i dareyne de kavuşturur. Yani hem dünyada ve hem de ukbada mutlu eder insanı.

Yani kâinatın kapalı kapılarını açmak ve okumak, insanın bilinç ve benliğine (Ene’sine) yüklenmiştir. Öncelikle insanın benliğini fark etmesi ve keşfetmesi gerekir. Yanı ben neciyim, nereden geliyorum, nereye gitmeye namzetim. Yaratılışından gaye ve maksat nedir? Yani özüne dönüş yapması ve kendi kendini idrak etmesi gerekir.

Allah Te’ala’nın “Ben gizli bir hazineydim, insanları yarattım, ta ki beni keşfetsinler ve bilsinler diye.” buyurması, insanın bu benlik ve bilincinin ne kadar kıymetli bir anahtar olduğuna işaret etmiştir.

Bu hakikata binaendir ki, “Men ârefe nefsehu, kad ârefe Rabbehu.” Yanı nefsini (kendini) bilen, Rabbini bilir, denilmiştir.

Hakikat gözlüğü ile varlıklar âlemine bakıldığı zaman zerreden (atom) Güneş’e kadar her ne varsa, ama her şeyde Allah’ın varlığına işaret eden ap-açık deliller, bürhanlar vardır.

Makam münasebetiyle Hz İsa’nın şu veciz sözünü siz dostlarla paylaşmak isterim ki,

“Kimın mantığı zikir, sükûtu fikir, bakışı ibret ise, o benim benzerimdir.” Buyurmuştur.

İşte burada, dünyaya ve içindeki bütün varlıklara, İsa Mesih’le benzeşerek tefekkür ve ibret nazarıyla bakabilirsek, şüphesiz “Fena fillah” mertebesine çıkabiliriz.

Şimdi konumuzun aslı olan Dünya’nın nasıl var olduğuna ve şekillendiğine bakalım.

Konuya dair 1500 yıl öncesinden günümüze ışık tutan şu muhteşem ayeti nakledeyim ki,

Allah Te’ala, “İnkâr edenler, yer ile göklerin BİTİŞİK BİR HALDE iken bizim onları birbirinden KOPARDIĞIMIZI (ayırdığımızı) ve her canlı şeyi su’dan yarattığımızı görüp düşünmediler mı? Yine de inanmazlar mı?” (Enbiya 21/30) buyurmuştur.

Zaman ilerledikçe gelişen ilim ve bilimsel çalışmalar, diğer bazı Kur’anî beyanlar da olduğu gibi, bu ayetin de daha iyi derecede anlaşılmasına ışık tutmaktadır. Nitekim bazı ilim adamlarına göre uzaydaki cisimler vaktiyle bir gaz kütlesi halindeydi. Zamanla bu gaz kütlesinden küreler halinde parçalar kopmuş ve uzay boşluğuna fırlamıştır. Aynı şekilde dünyamız da bir gaz kütlesi olan Güneş’ten kopmuştur. Ve zaman içinde soğuyarak kabuk bağlamıştır. Bu arada dünyadan yükselen gazlar, buharlar yoğunlaşarak yağmur şeklinde tekrar dünyaya dökülmüş ve böylece denizler ve okyanuslar meydana gelmiştir. Su’dan da yoğunlaşma ile canlılar, İlâhî kanunlara göre gelişmiştir.

Bu ayete göre Dünya Guneş’ten kopmuş bir parçadır. Bilahere Dünya’nın kendi içinde geçirdiği inkılâp ve evrelerin üzerinde çokça kafa yormamız ve düşünmemiz gerekir.

Zira dünyada, bundan böyle üzerinde yaşayacak misafirleri için bilinçli bir irade ile hazırlık ve elverişli bir zemin oluşturulduğuna şahid oluyoruz. Burada zerre kadar tesadüfe mal edilecek bir şey söz konusu olamaz.

1-Dünya Güneş’ten kopup uzay boşluğuna fırlarken, Güneşe olan mesafesi tam da canlıların yani bitkilerin, hayvanların ve insanların yaşayabilecekleri bir konumda durmuştur. Yani Güneş’e ne yakın ve ne de uzakta konumlandırılmıştır. Burada hesapta az bir inhiraf, yani Dünya Güneş’e biraz daha yakın vaya uzakta olsaydı, sıcaktan veya dondan (berd) hayat hakkı ortadan kalkardı.

2-Dünya bu günkü yörüngesinin biraz altında veya üstünde olsaydı, yine denge bozulacağından hayat olmazdı.

3-Yine Dünya bu günkü mevkide konumlandırılırken gece ve gündüzün oluşması için, tam milimetrik bir hesap ile, ekliptik dediğimiz 23.27 derece ile eğik durmuştur. Bunun bir derece üstü ve eksiği, gece ve gündüzün oluşumunu alt-üst edecek, hayatı olumsuz etkileyecekti.

4-Dünya Güneş’ten koparken bir gaz-ateş kütlesi iken, öyle bırakılmayıp önce sertleşerek kabuk bağlamıştır. Bu her iki halde de hayata elverişli değildi. Üçüncü evrede Allah Te’ala canlıların yaşayabilecekleri bir ortamı, yani toprak su ve havayı yarattı.

Lütfen buraya dikkat edelim!

Dünya’nın bu safhasının hazırlanması ile ilgili Allah, Ku’ran-ı Kerimin şu ayetin’de ne diyor, bir bakalım;

“Ondan sonra da yer küreyi döşedi. Kendiniz ve hayvanlarınız için, bir faydalanma olmak üzere yerden suyunu, otlağını (nebatatı) çıkardı ve dağları sağlam bir şekilde yerleştirdi.” ( Naziat 79/30,31,32,33)

Görüldüğü üzere Allah yeryüzünü, yeni gelin bir genç kızın, dayalı döşeli bir evini hazırlar gibi, nazenin insan oğluna dünya’yı eksiksiz hazırlamış ve buyur huzurla ve itmi’nan-ı kalp ile yaşa demiştir.

İnsana düşen, bunca sayısız nimetlere karşı, Yaradanına şükretmektir.

Kur’an mu’cizedir ve kelâm-ı İlâhıdır dedik.

Burada meşhur Alman siyaset adamı ve Alman birliğının kurucusu olan Prens Bismark’ın Hz.Muhammed ile Kur’an-ı Mucizü’l-beyan hakkındaki sözleri ile bitirmek istiyorum ki, bizler için ibret alınacak çok dersler vardır.

“Muhtelif devirlerde beşeriyeti idâre etmek için, taraf-ı İlâhi’den geldiği iddia olunan bütün nazil olmuş semâvî kitapları tam ve etrafıyla tetkik ettimse de, tahrif olundukları için hiç birisinde aradığım hikmeti göremedim. Bu kanunlar, değil bir cemiyet, bir hane halkının saadetini bile temin edecek mahiyetten pek uzaktır. Lâkin Muhammedî’lerın Kur’anı bu kayıttan azadedir. Ben Kur’an’ı her cihetten tetkik ettım. Her kelimesinde büyük hikmetler gördüm. Muhammedîl’erın düşmanları bu kitap Muhammed’ın aklının ve zekâsının eseri olduğunu iddia ediyorlarsa da, en mükemmel bir dimağdan böyle harikanın zuhurunu iddia etmek hakikatlere göz kapayarak, kin ve garaz manasını ifade eder ki; bu da ilim ve hikmetle kabil-i telif değildir.

Ben şunu iddia ediyorum ki; Muhammed mümtaz bir kuvettir.

Sana muasır (çağdaş) bir vücud olamadığımdan dolayı müteessirim ey Muhammed!

Mualimi ve naşirî olduğun bu kitap (Kur’an) senin değildir. O lâhûtidır.(İlâhıdır)

Bunun için, beşeriyet senin gibi mümtaz bir kudreti bir defa görmüş, bundan sonra göremeyecektir. Ben huzurunda kemâl-i hürmetle eğiliyorum.” Prens BISMARK (İşaret-ül İ’caz.s.213)

Aynı konuya yani şu acib dünyanın, acib ve de garib zenginliklerini ve nimetlerini gözlemlemeye ve nazara vermeye devam edeceğiz.

MEHMET AKSOY.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*