Tarih; bizlere bazen acı bazen tatlı; bazen de üzücü veya sevindirici; geçmiş zamanlarda cereyan eden olaylardan haber verir. Bizim için burada mühim olan bu olaylardan ibret almak ve çeşitli dersler çıkarabilmektir.
Eskiden sultanlar, vezirler ve diğer amiriyet makamında olanlar; alimlerin, bilge insanların kapılarında durur, divanlarında kemâlî edeple otururlardı. İzzet ve şerefin en büyüğü, İlim ve ilim erbabı âlimlere verilirdi.
Bunun güzel bir örneğini, Fâtih Sultan Mehmet’te görüyoruz. Fâtih, kendi adına inşa ettiği külleyesinde, kendisine bir oda tahsis edilmesi için, rektörlüğe bir yazı yazar. Gelen cevapta: “Bizim nizâmnâmemizde, size bir oda tahsis edebilmemiz için tâlebe olmanız gerekir.” Denildiğinde, Bu sefer; “Talebe olacağım” der.
İkinci cevapta da; “Tâlebe olabilmeniz için sınava girmeniz gerekir.” Denilince; o şartı da kabul eder. Hocaların huzurunda imtihan edilip, sınavı kazandıktan sonra; nihayet O’na bir oda verilir.
Fâtih ile ilgili şöyle bir şey de okumuştum. Mederese’nın (yani Okulun) giriş kapısının önündeki çamurluk demirlerin altında biriken toz ve çamurları toplamak üzere; bir nöbetçi görevlendirir ve öldüğünde de; talebelerin ayaklarından arta kalan, o topraktan mezarına atılmasını ve örtülmesini vasiyet eder.
Ancak içinde bulunduğumuz zamana yaklaşıldıkça, hüküm tamamen ters yüz oldu. İlmin ve âlimin eski şehameti ve itibarı kalmadı. İnsanların kadr-u kiymeti, itibarı sadece para ve dolar ile ölçülür oldu.
Bu duygu ve düşünceler, insanı manadan uzaklaştırdığı gibi; maddeye de adeta esir etti. Üstad Bediüzzaman, bu durumu; “Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise, maneviyatta kördür.” İfadeleriyle nazara vermiştir.
Bunu, tam çözüp anlamayanlara şunu söyleyeyim: İnsanı yücelten sıfatlar: İman, vicdan, insaf, şefkat, merhamet, haysiyet, şeref, onur, iffet, namus ve benzeri, daha nice manevi duygular, cevherler ve latifelerdir. İşte her şeyi maddede arayanların gözleri, bütün bu mümtaz seciyeleri görmez, bu güzel duygulara karşı hepten kör ve sağır olurlar.
Şüphesiz bu durumda olan bir insan için; ancak her şeyini kaybetmiş, zavallı bir müflistir denilebilir.
Bu konuyla ilgili Hz. Peygamber; “Bir topluluğa giren bir insana sırf malından, zenginliğinden dolayı ona kıyam edip, ihtiram eden; saygı gösterenin; imanının sülüsü (yani üçte biri) gider.” Buyurmuştur.
Alimlerin saygı gördüğü ve üstün olduğu o devirlerde, şöyle bir olayın da cereyan ettiğini görüyoruz.
İbrahim Paşa, Şam’da bulunduğu bir günde, Emevviye camisine girdi. O sırada içeride Şam’ın büyük âlimi Şeyh Saîd el-Halebî, cemaate ders anlatıyordu. İbrahim Paşa, gelip Şeyh Saîd’ın yanına oturdu. Ayaklarını uzatmış olan Şeyh Saîd, Paşa gelmesine rağmen hiç istifini bozmadı ve aldırış da etmedi.
Bu vaziyet, İbrahim Paşa’yı öfkelendirmiş olmalıdır ki, hemen cami’den ayrıldı. Paşa köşküne geldiğinde; dalkavuklar etrafını çevirerek, O’nu Şeyh’e karşı kışkırtırlar. Onların tesirinde kalan Paşa; Şeyh’in hemen yakalanıp kendisine getirilmesini emreder. Fakat askerleri gönderdikten biraz sonra da, halkın tepkisinden korkarak, yaptığı bu işten pişman olur ve kararından vaz geçer.
Kendi kendine, O’nu yakalatmak yerine, O’na hediyeler göndermeyi düşünür. Eğer Şeyh bu hediyeleri kabul ederse; bir taşla iki kuş vurmuş olacaktır. Kısacası, hediyeleri alması halinde, Şeyh’i hem kendine bağlamış olacak, hem de halk nazarındaki itibarını düşürecek; böylece, Müslümanlar arasındaki nüfûz ve tesirini de kırmış olacaktır.
Paşa bu düşüncesini gerçekleştirmek için, Şeyh’e hemen, 1000 altın gönderir. Vezirine, bu altınları Şeyh’e talebelerinin ve cemaatin görüp duyabileceği, bir zaman ve zeminde vermesini tembih eder. 1000 altını alan Vezir; doğruca Emeviyye Camiî’nın yolunu tutar. Şeyh’in talebelerine ders okuttuğunu görünce; kolladığı ânı yakalamanın sevinciyle, onlara selâm verir ve yüksek bir sesle:
–Şu 1000 altını, Paşa hazretleri, ihtiyaçlarınızı görmeniz için size gönderdi, der.
Şeyh, şefkatle vezirin yüzüne bakar ve sâkin bir eda ile şöyle cevap verir:
–Evladım! der. Efendinin paralarını geri götür ve O’na de ki: O, SANA AYAKLARINI UZATMIŞ, ELLERİNİ DEĞİL…
Sadaka ve hediyeyi kabul etmeyip her daim reddeden ve bunu hayatının bir düsturu haline getiren Bediüzzaman:
“ZİLLETLE YAŞAMAKTANSA, İZZETLE ÖLMEYİ TERCİH EDERİM.” Prensibi; her insan için, her zaman geçerli paha biçilmez akçedir.
İlmin izzet ve şerefini koruyan, gerçek âlimleri ve bilge şahsiyetleri sevmek ve ilim halkalarında bulunmak; insana gönül huzuru verir, hayatına hayat katar.
“Malını kaybeden bir tek şeyini kaybetmiştir. Şerefini kaybeden çok şeyini kaybetmiştir. Cesaretini kaybeden ise, her şeyini kaybetmiştir.” GOETHE
Benzer konuda makaleler:
- İnsan niçin yaratıldı?
- Sözü geçen insan, nefsine söz geçiren insandır
- Kadın, değerini İslâmla kazandı
- Sahih sözlüler
- EL MUHYÎ
- Balıklı Göl
- Ş. Urfa’da Hz. İbrahim’in dostluğunu konuştular
- Risale-i Nur dairesinde yeise yer yoktur
- Kuvvete değil, hakka istinad etmeli
- “Güç-iktidar ve kontrol” değil, ihlâs kuvveti…
İlk yorum yapan olun