Feth-i Mübîn

Image

İstanbul’un fethi, tarihlerin yazdığı gibi 1453 yılının Nisan ayından başlayıp, 29 Mayıs Salı günü tamamlanmış bir fetih değildir. İstanbul’un fethi, Mekke’nin fethi ile başlayan “Feth-i Mübîn” sürecinin bir devamıdır. Hendek Savaşı esnasında bunun ilk müjdesi verilmiştir.

Medine’yi savunmak üzere Resûlullah’ın (asm) askerleri hendek kazarken, önlerine büyük bir kaya çıkar. En güçlü sahabeler, en büyük balyozlarla bu kayayı kıramazlar. Bunun üzerine Peygamber Efendimize (asm) haber verirler. Karnında bir taş bağlı olduğu halde hendeğe inen Efendimiz (asm), balyozunu ilk vuruşunda büyükçe bir parça kopar. Mübarek yüzünde bir gülümseme belirir. İkinci vuruşta kayanın yarısı parçalanmıştır. Yine gülümserler. Üçüncü vuruşta ise, koca kaya toz olmuştu. Allah Resulü (asm) yine gülümsemiştir. Bu gülümsemelerin hikmetini merak eden sahabeler, etrafını sararlar.

Hz. Câbir’in (r.a) rivayetine göre, Resulullah (asm) bu davranışını şöyle açıklamıştır: “Birinci vuruşta, Kisra’nın (İran) saltanatının yıkıldığını gördüm. İkincisinde, Sana’nın (Yemen), üçüncü vuruşta da Bizans’ın saltanatının yıkıldığını gördüm. Bu saraylar gelecekte Müslümanların eline geçecektir.” Her söylediği hak olan, hak ve hakikat Peygamberinin (asm) müjdesi, kendi ismini taşıyan bir padişah vasıtası ile 850 sene sonra tahakkuk etmiştir.

Beşikteki Fatih

Bir gün Hacı Bayram Veli, müridi Akşemseddin ile beraber Sultan II. Murat’ı ziyarete gider. Padişah, mânevî tasarrufuna çok güvendiği Hacı Bayram’a “Ya Hazret, himmet etseniz de İstanbul’un fethi müyesser olsa” der. Hacı Bayram Hazretleri gülerek, “Sultanım o iş, şu beşikte yatan ile şu eşikte oturana nasip olacak” diye cevap verir. Beşikteki bebek II. Mehmed, eşikteki ise Akşemseddin’dir.

Bu müjdeyi alan II. Murat, oğlu Mehmed’in en iyi şekilde yetişmesi için daha büyük bir gayret gösterir. Onu, hikmetler diyarı Horasan’dan gelen büyük âlim Molla Gürani’ye teslim eder. Daha sonra da Akşemseddin, Mehmed’in eğitimini üstlenir. Onu öyle bir yetiştirirler ki, hem maddî âlemin, hem de mânâ âleminin sultanı olacak ilim ve teknik bilgi ile donatırlar. II. Mehmed’in şahsında din ilimleri ile fen ilimleri birleşir, iki kanatlı bir kuş gibi uçan Fatih, terakkiyâtın semalarında seyran eder.

Genç Fatih

II. Mehmed, devrin her türlü müsbet ilimlerini en üst seviyede ruhuna sindirmiş, hayatına da yansıtmıştı. Altı yabancı dili rahatça konuşabiliyordu. Matematik, mantık, felsefe, mühendislik, fizik, kimya gibi ilim dallarında uzman denecek kadar bilgi ve beceri sahibiydi. Bütün bu bilgi birikimini, İstanbul’un fethi gibi büyük bir ideal için kullanmak istiyordu. Çocuk yaşta, geceleri sabaha kadar uyumaz, yatağının içinde İstanbul’un fetih planlarını çizerdi. 19 yaşında tahta geçtiğinde, bir imparatorluğu idare edecek bilgi, beceri ve iradeye sahip olmuştu. Zaten tahta geçtikten sonra hemen fetih hazırlıklarına başladı.

II. Mehmed, başarının duâ ile elde edileceğini biliyordu. Bir yandan mânâ âlemine dalıp, geceleri huşû ile kalbî ve kavlî duasını yaparken, diğer yandan da ordusunu en yüksek seviyede eğitip donatarak sebepler tahtındaki fiilî duâsını yerine getiriyordu. İlk iş olarak, stratejik bir öneme sahip olan Rumeli Hisarı’nı yaptırdı. Daha önce de Yıldırım Beyazıt tarafından Anadolu Hisarı yaptırılmıştı. Böylece Boğazın iki yakasına İslâm mührü vurulmuş, sıra surların aşılmasına gelmişti.

II. Mehmed’in iki ordusu vardı. Birisi, zamanın en güçlü silâhları ile donatılmış muharip ordu, diğeri de hocalardan, dervişlerden ve şeyhlerden meydana gelen maneviyât ordusu. Onların silâhı da, duâ, zikir ve tesbihattan meydana geliyordu. Muharip ordunun askerleri surları top ve mancınıklarla döverken, maneviyât ordusunun askerleri de duâ kalkanı ile onları koruma altına alıyorlardı.

Duâ kalkanı

Duâ kalkanı, ihlâs ile istimal edildiği zaman, gayrımüslimleri bile koruyordu. Nitekim Bizans’ta irşâd ile iştigal eden ve kendisine büyük sevgi ve saygı duyulan Cibâli Baba adındaki bir Allah dostu “gâvurcuklarım” dediği Bizanslıları korumak için Fatih’in güllelerini tutup denize atıyordu. O yüzden kuşatma uzuyor, İstanbul bir türlü fethedilemiyordu. Kendisi de aynı zamanda bir maneviyât sultanı olan Fatih, durumu fark edince secdeye kapanır, “Ya Rabbi, ya ruhumu burada kabzeyle ya da fethi bana müyesser kıl” diye duâ eder. 28 Mayıs akşamı Cibâli Baba vefat eder. Kader hükmünü Fatih’ten yana vermiştir. O gece Fatih’in Hocası Akşemseddin de çadırında sabaha kadar duâ eder. Seccadesini kaldırıp atar, alnını toprağa koyar, gözyaşlarından ıslanan toprak mübareğin alnını ve yüzünü çamur içinde bırakır. Şafak sökerken müjdeyi alır ve Allah’a şükrederek çadırından çıkar.

Ve Osmanlı sancağı surlarda…

29 Mayıs sabahı başlayan nihaî saldırı ile surlar yıkılmaya, burçlarda Osmanlı leventleri görünmeye başlar. Elinde sancakla burçlara ilk tırmanan Ulubatlı Hasan, üzerine atılan kızgın yağlara ve vücuduna saplanan onlarca oka aldırmadan tırmanmaya devam eder. Çünkü yukarda kendisini bekleyen Allah’ın Resulü (asm) “Gel, gel” demektedir. Hz. Muhammed (asm) çağırır da, hangi imanlı yürek bu yolda geri kalır ki? Ulubatlı Hasan da, yanmış ve delik deşik olan vücuduna aldırmadan ona koşar. Sancağı diker ve şahadet makamına çıkar. Artık surların direnci kırılmıştır. Dört koldan İslâm ordusu Konstantiniyye’ye girmeye başlar. Orası artık Müslümanların bol olduğu “İslambol” haline gelir. Daha sonra da “İstanbul” olarak adlandırılır.

Zübeyir Ağabey’den önemli bir teşhis

Olayları değerlendirirken son derece müdakkik olmalıyız. Zira, özellikle tarih konusunda bir çok yerli ve yabancı yazar objektif olmak yerine kendi duygu ve düşüncelerine göre bize yanlış ve yalan malûmatlar aktarmaya çalışmışlardır. Olayları ve insanları, mü’min feraseti ile değerlendirmek gerekmektedir. Nitekim bu ferasete sahip olan gözler ve gönüller, kasıtlı ve haince planları hemen fark ediyorlar. Fatih konusunda, Zübeyir Ağabeyin teşhis ettiği bir hileyi, Necmettin Şahiner şöyle anlatıyor:

“Bir fetih yıldönümünde, İttihad Gazetesinde Fatih’in at üzerinde tasvir edilen büyük bir resmi yayınlanmıştı. Bu, Zübeyir Ağabeyin dikkatini çekmiş. Her zamanki kibar ve mütevazı hâli ile ‘Siz bilirsiniz, mekteplisiniz, Fatih İstanbul’u kaç yaşında fethetti?’ diye bir soru sordu. Bir kardeş, ‘Yirmi bir yaşında’ cevabını verince, ‘Peki şu gazetedeki resim kaç yaşlarında gösteriyor?’ diye tekrar sordu. Sonra da kendi cevap verdi: ‘Bu resimdeki Fatih, yirmi bir yaşında bir delikanlı değil, kırk yaşlarında, olgun, siyah ve gür sakallı bir kumandan olarak gösterilmiş. Gençlerin gözünde genç Fatih’i gizlemek, o yaşta gösterdiği başarıyı gözlerden saklamak için, Fatih hep büyük ve olgun bir insan olarak tasvir ediliyor.’”

İşte bizler de bu ayrıntıları gözden kaçırırsak, Fatih’i de, fetih ruhunu da tam olarak kavrayamayız.

Fatih, İstanbul’u fethetmek mazhariyetine sahip, 21 yaşında genç bir âlimdir. Yüksek zekâsı, çelik iradesiyle tertemiz bir ruha sahiptir. Hürriyetperverdir, hakka ve adalete riayetkârdır.

Duygularını ince ifadelerle aksettiren hisli bir şair; dinî, felsefî meseleleri ihâtaya muktedir genç bir fikir adamıdır.

Henüz 21 yaşında, sadece hükümdarlık ettiği milletin değil, bütün Avrupa milletlerinin de geleceğini alâkadar eden bir kudrete sahip Fatih, fetihten sonra tebrik için huzuruna gelenlere şu mütevazı sözleri söylemişti: “Şühedaya rahmet-i Rahman, gazilere şeref-ü şan, teb’ama fahr-ı şükran lâyıktır.” Ziyaretçiler sorar: “Peki ey şanlı hükümdar, sana, şu âlem içre lâyık gördüğün bir şey yok mudur?”

Bu kemal sahibi kahraman genç hükümdar, kendi şahsına bir pay ayırmamıştır. Misilsiz, asil bir kalp zenginliği, yüksek bir tevazu ile şu sanatlı ve hikmetli sözleri söyler: “Cümle ehl-i âlemin mâmuresini arz etseler / Ehl-i fahrin hissesine mülk-i istiğna düşer.”

Dipnotlar:

1- Sahih-i Buhârî, c. 10, s. 213, Hadis No: 1588.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*