Bediüzzaman, 1928 Mart’ında meydana gelen ve 30 kişinin can verdiği İzmir depremi üzerine yazdığı bir bahiste, yine her zaman geçerliliğini koruyan açıklamalar yapmış.
Dikkat çektiği önemli noktalardan biri şöyle:
“Küre-i arzın (yerkürenin) benî Âdem’den (Âdem oğullarından), bahusus (bilhassa) ehl-i imandan beğenmediği bir kısım etvar-ı gafletin (gaflet hallerinin) sıklet-i maneviyesinden (manevî ağırlığından) omuz silkmeye benzeyen zelzele gibi mevtâlûd (ölümcül) hadisat-ı hayatiyesini, bir mülhidin (dinsizin) neşrettiği gibi gayesiz, tesadüfî zannederek bütün musibetzedelerin elîm zayiatını (acı kayıplarını) bedelsiz, hebaen mensur (boşu boşuna) gösterip, müthiş bir ye’se (ümitsizliğe) atarlar. Hem büyük bir hata, hem büyük bir zulüm ederler.” (Sözler, s. 277)
Demek ki, deprem gibi felâket ve musibetleri, herşeyi yaratan Allah’ın sonsuz kudret, hikmet ve rahmetinden koparıp, maddî sebeplerle meydana gelen tesadüfî hadiseler olarak yorumlamanın, bilhassa felâketzedelerin psikolojisi üzerindeki olumsuz etkileri çok tahripkâr oluyor.
Çünkü bu materyalist bakış açısının, o musibette kaybedilen canlar ve maruz kalınan yıkımlar için insanlara verebileceği hiçbir tesellî yok.
“Tesadüf” yine gelmiş; 23 Ekim Pazar gününe yeni ümitlerle uyanan Van ve Erciş halkını, uzmanların “Daha önce bu fayın varlığından haberimiz yoktu” dedikleri fay hattı üzerinden vurmuş ve yüzlerce insanı aramızdan çekip almış…
Van depreminde can veren insanların çok az bir kısmının hikâyesi tesbit edilip medyaya yansıdı. Ama bunların her biri yürekleri sızlatıyor.
Kucak kucağa can veren gencecik anne ile minicik bebeği; tuttukları eve çeyizlerini yerleştirirken depreme yakalanıp birlikte hayata veda eden genç nişanlılar; askerden yeni dönen ve nişanlandığı gecenin ertesi günü depremde vefat eden delikanlı; enkaz altından sağ çıkarılıp sonrasında yaşatılamayan çocuklar, gençler, yaşlılar.
Bir de hikâyesi bilinmeyenler ve Yunus Emre’nin “Bir garip ölmüş diyeler” dizesine konu olacak şekilde sessiz sedasız uğurlananlar var…
Herşeyi tesadüf ve sebeplere bağlayan materyalist yaklaşımın, bilhassa bebek, çocuk ve genç ölümlerinde, geride kalanlara vereceği ve onların derin acısını tesellî edecek bir mesajı var mı?
Bu noktadaki çaresizliklerinin ilginç ve düşündürücü bir örneğini, 17 Ağustos depreminde vefat eden 20 bin insanın geride kalan yakınlarını—güya—rahatlatmak için seslendirilen “Farz edin ki, onlar bir daha hiç geri dönmemek üzere Avustralya’ya gittiler!” söyleminde görmüştük.
Ahiret inancı olmayınca, onun boşluğunu Avustralya ile doldurmak nasıl bir mantığın eseri!
Bu telkinin muhatapları da ölünce yine Avustralya’ya mı gidecek ve orada mı buluşacaklar?
Hele bugünün dünyasında Avustralya gidilip gelinemeyen bir yer mi ki, böyle “modern” hurafeler uyduruluyor ve onlardan medet aranıyor?
Oysa böyle saçmalıklarda tesellî aramak yerine, bütün semavî dinlerde mevcut olan ve en mükemmel izahı Kur’ân’da yapılan ahiret inancında yoğunlaşılsa, hem çok daha mantıklı bir tercih yapılmış, hem de gerçek anlamda müjdeli ve sonsuz bir tesellî kaynağına erişilmiş olunur.
İşte o müjdenin Risale-i Nur’daki ifadesi:
“O musibetteki gazap ve hiddet içinde, onlara (depremzedelere) bir rahmet cilvesi var. Çünkü o masumların fânî malları, onların hakkında sadaka olup, bâkî bir mal hükmüne geçtiği gibi, fânî hayatları dahi bir bâkî hayatı kazandıracak derecede, bir nevi şehadet (şehitlik) hükmünde olarak, nisbeten az ve muvakkat (geçici) bir meşakkat ve azaptan büyük ve daimî bir kazancı kazandıran bu zelzele, onlar hakkında, aynı gazap içinde bir rahmettir.” (a.g.e., s. 280-1)
Bu müjdede, gidenlerin de, şimdilik kalıp sırası geldiğinde gidecek olanların da, ebedî bir âlemde buluşup sonsuza kadar birlikte olacakları mesajı da var. Ve asıl tesellî de bu mesajda değil mi?
“Küre-i arzın (yerkürenin) benî Âdem’den (Âdem oğullarından), bahusus (bilhassa) ehl-i imandan beğenmediği bir kısım etvar-ı gafletin (gaflet hallerinin) sıklet-i maneviyesinden (manevî ağırlığından) omuz silkmeye benzeyen zelzele gibi mevtâlûd (ölümcül) hadisat-ı hayatiyesini, bir mülhidin (dinsizin) neşrettiği gibi gayesiz, tesadüfî zannederek bütün musibetzedelerin elîm zayiatını (acı kayıplarını) bedelsiz, hebaen mensur (boşu boşuna) gösterip, müthiş bir ye’se (ümitsizliğe) atarlar. Hem büyük bir hata, hem büyük bir zulüm ederler.” (Sözler, s. 277)
Demek ki, deprem gibi felâket ve musibetleri, herşeyi yaratan Allah’ın sonsuz kudret, hikmet ve rahmetinden koparıp, maddî sebeplerle meydana gelen tesadüfî hadiseler olarak yorumlamanın, bilhassa felâketzedelerin psikolojisi üzerindeki olumsuz etkileri çok tahripkâr oluyor.
Çünkü bu materyalist bakış açısının, o musibette kaybedilen canlar ve maruz kalınan yıkımlar için insanlara verebileceği hiçbir tesellî yok.
“Tesadüf” yine gelmiş; 23 Ekim Pazar gününe yeni ümitlerle uyanan Van ve Erciş halkını, uzmanların “Daha önce bu fayın varlığından haberimiz yoktu” dedikleri fay hattı üzerinden vurmuş ve yüzlerce insanı aramızdan çekip almış…
Van depreminde can veren insanların çok az bir kısmının hikâyesi tesbit edilip medyaya yansıdı. Ama bunların her biri yürekleri sızlatıyor.
Kucak kucağa can veren gencecik anne ile minicik bebeği; tuttukları eve çeyizlerini yerleştirirken depreme yakalanıp birlikte hayata veda eden genç nişanlılar; askerden yeni dönen ve nişanlandığı gecenin ertesi günü depremde vefat eden delikanlı; enkaz altından sağ çıkarılıp sonrasında yaşatılamayan çocuklar, gençler, yaşlılar.
Bir de hikâyesi bilinmeyenler ve Yunus Emre’nin “Bir garip ölmüş diyeler” dizesine konu olacak şekilde sessiz sedasız uğurlananlar var…
Herşeyi tesadüf ve sebeplere bağlayan materyalist yaklaşımın, bilhassa bebek, çocuk ve genç ölümlerinde, geride kalanlara vereceği ve onların derin acısını tesellî edecek bir mesajı var mı?
Bu noktadaki çaresizliklerinin ilginç ve düşündürücü bir örneğini, 17 Ağustos depreminde vefat eden 20 bin insanın geride kalan yakınlarını—güya—rahatlatmak için seslendirilen “Farz edin ki, onlar bir daha hiç geri dönmemek üzere Avustralya’ya gittiler!” söyleminde görmüştük.
Ahiret inancı olmayınca, onun boşluğunu Avustralya ile doldurmak nasıl bir mantığın eseri!
Bu telkinin muhatapları da ölünce yine Avustralya’ya mı gidecek ve orada mı buluşacaklar?
Hele bugünün dünyasında Avustralya gidilip gelinemeyen bir yer mi ki, böyle “modern” hurafeler uyduruluyor ve onlardan medet aranıyor?
Oysa böyle saçmalıklarda tesellî aramak yerine, bütün semavî dinlerde mevcut olan ve en mükemmel izahı Kur’ân’da yapılan ahiret inancında yoğunlaşılsa, hem çok daha mantıklı bir tercih yapılmış, hem de gerçek anlamda müjdeli ve sonsuz bir tesellî kaynağına erişilmiş olunur.
İşte o müjdenin Risale-i Nur’daki ifadesi:
“O musibetteki gazap ve hiddet içinde, onlara (depremzedelere) bir rahmet cilvesi var. Çünkü o masumların fânî malları, onların hakkında sadaka olup, bâkî bir mal hükmüne geçtiği gibi, fânî hayatları dahi bir bâkî hayatı kazandıracak derecede, bir nevi şehadet (şehitlik) hükmünde olarak, nisbeten az ve muvakkat (geçici) bir meşakkat ve azaptan büyük ve daimî bir kazancı kazandıran bu zelzele, onlar hakkında, aynı gazap içinde bir rahmettir.” (a.g.e., s. 280-1)
Bu müjdede, gidenlerin de, şimdilik kalıp sırası geldiğinde gidecek olanların da, ebedî bir âlemde buluşup sonsuza kadar birlikte olacakları mesajı da var. Ve asıl tesellî de bu mesajda değil mi?
Benzer konuda makaleler:
- Masumlar neden zarar görüyor?
- Masumların ve hatasızların o musibet içinde yanması nedendir?
- Her görünenin bir de görünmeyen tarafı vardır!
- İslâm dünyası STK´ları Endonezya´da toplanacak
- Tıpkı Mehmet Kutlular gibi
- Kâinat bu geceyi alkışlıyor
- Zelzele gibi vakıalar tesadüf oyuncağı değiller
- Küçük kıyamet: Maraş ve Hatay depremi
- Avustralya Nur Vakfı Somali’yi sevindirdi
- Göz yaşartan yardım seferberliği
1959 Kütahya doğumlu. İlk ve ortaöğrenimini burada tamamladıktan sonra İstanbul Hukuk Fakültesini bitirdi. Fakülteye girdiği yıl Yeni Asya Yayınlarında çalışmaya başladı. Yayınevinin çıkardığı çok sayıda kitabın editörlüğünü yaptı. Bu görevini sürdürürken, 1984-92 yılları arasında, aylık Köprü dergisinin sorumluluğunu üstlendi. 1988 yılı başından itibaren yayına başlayan Bizim Aile dergisinin kurucu editörü oldu. 1992 yılından bu yana Yeni Asya Gazetesinin Genel Yayın Yönetmenliği ve Başyazarlığı görevlerini yürütüyor.
İlk yorum yapan olun