İmandan kaynaklanan hakikî özgüven ve sun’î özgüven

Hayatın iniş çıkışları ve çevredeki insanların eleştirmeleri, niyet okumaları, sûizanları, şevk kırıcı engellemeler, ön yargılar, anlaşılamamanız gibi bir çok durum kişiyi girişimcilikten, adım atmaktan, himmet sergilemekten ve şevk ve gayretten alıkoymaktadır.

Bu durumlar özgüven açlığının en çok hissedildiği anlardır.

Hakikî özgüven iman temelli olup, daha çok ailede temelleri atılan bir duygudur. Aile, inancın ve özgüvenin pekiştiği tek emin müessesedir. İyi bir ailede yetişmiş, rol modellerini iyi seçmiş, rencide edilmeden, kıyaslanmadan, etiketlenmeden, şiddete maruz kalmadan, sevgi ve şefkate doymuş bireylerin özgüveni yerinde olacaktır.

Dinî literatürdeki karşılığı vakar olan özgüven, sergilendiği yere göre değişik adlar alabilmektedir veya bu duygunun ifrat ve tefritleri mevcuttur. Vasat bir özgüven, kişinin kendine saygısı olan, özdenetim duygusuna sahip, disiplinli, başkalarının ne hissettiğine ve ihtiyaçlarının ne olabileceğine karşı duyarlılıkta olabilmektir.

Aşırı özgüvenle yetişmiş olan insanlar dünya hakkında dengesiz bir görüş edinirler, arzularını ve isteklerini olmazsa olmaz sınıfına koyarlar.

Özgüven düzeyi düşük olan insanlarda ise, kendisi ile barışık olmayan, bir kişilik oluşturamayan, aşağılık ve değersizlik düşüncelerine kapılan bireyler ortaya çıkacaktır. Bundan başka sergilendiği yer, kişi ve makama göre de çeşitlilik sergileyen özgüven, haksızlığa uğradığında veya ehl-i küfür ve dalâletin yanında sergilendiğinde izzet hâlini (vakar) alırken; ehl-i iman insanlar arasında sergilendiğinde, güven ile alçakgönüllüğü (tevazu) dengeleyememek halleri, kişiyi gurura sürükler.

Mânevî değerlerimizin farkında olmak ve içselleştirmek özgüveni doğrudan etkileyen en önemli faktörlerdendir. Bundan başka kalıtımsal faktörler aile, iklim ve coğrafya faktörleri de özgüveni besler. Fakat bunların en önemlisi ve doğru özgüveni sağlayan iman kaynaklı olanıdır.

Kur’ân-ı Kerim’de Cenâb-ı Hak, “İnanıyorsanız üstünsünüz” âyetiyle, mü’minlerin özgüveninin asıl kaynağının inanç olduğunu hatırlatmıştır. Risâle-i Nur’u okuyan Nur Talebeleri de bu eserlerdeki özellikle lâhika mektuplarındaki Bediüzzaman’ın talebelerine olan hitaplarına nazar ettiğinde Üstadın müthiş bir özgüven kazandırma eğitimi verdiğini hisseder. Bu mektupları ve diğer imanî mevzuları nefsimize okuduğumuz zaman aynı özgüven eğitimini bizler de kazanabiliriz. Ayrıca 21. Lem’a olan İhlâs Risâlesi’ne bu açıdan bakıldığında başlı başına bir özgüven kazandırma dersi olduğu gözlemlenir. Özgüvenin bencillik ve gurura dönüşmemesi için ise, 30. Söz Ene bahsi bu duyguyu dengeye getiren bir ders olması bakımından dikkat çekmektedir.

Özgüveni olmayan insanın mutlu olması beklenemez ve böyle bir insanla iletişim kurmak da zordur. Ailesinde yeterli özgüveni alamayan bireyler evlilik hayatında eşlerinin desteğiyle bu özgüveni kazanmak zorundadırlar. Aksi halde iletişim bağı kesilir ve böyle bir aile hayatında da mutluluk oluşmaz.

Özgüveni etkileyen bir takım sorunlar veya engeller bulunmaktadır. Meselâ, aile içindeki katı kurallar, mükemmeliyetçilik, aşırı alıngan bir yapı ve kişinin kendini belirleme yetersizliği özgüven önündeki engellerdendir. Özellikle kişinin kendini belirleme yetersizliği çok önemlidir. Toplum içinde kişinin yapabildiklerinin, konumunun, artı yönlerinin farkında olup, kendini bir konuma koyması çoğu zaman enaniyetli bir tavır gibi algılanmaktadır. Oysa kişinin sahip olduğu kabiliyetlerin şükran duygusu içinde farkına varması, bir tahdis-i nimettir. Aksi hâli ise, küfran-ı nimettir. Üstelik kemâlât merdivenlerini tırmanan insan için, hangi basamakta olduğunun idraki kendisini bir üst basamağa çıkarma azmi ve himmetini geliştirecektir. Verilen nimetlerin ve kabiliyetlerin farkında olmayan bir insanın bu kemâlât merdivenlerini tırmanması mümkün değildir.

Özgüvenin temelleri ailede çocukken atılmalıdır tesbiti yerindedir. Ancak ailede bu özgüven temelini almayan bireyler, hayatın diğer zamanlarında bu eksikliklerini giderebilirler. Bunun için öncelikli adım, kişinin, kendisine ve başkalarına verdiği sözleri yerine getirmesi yani “doğruluk”la mümkün olacaktır. Hutbe-i Şâmiye adlı eserde, sıdk ve doğruluk için Bediüzzaman şu tesbiti yapar: “Doğruluk, ulvî seciyelerin rabıtası ve hissiyat-ı ulviyesinin mizacıdır.”

Hayatın her safhasında özgüveni geliştirmek mümkündür. Bunun için iman hakikatlerini yaşamak ve imanın yansıması olan güzel ahlâkla ahlâklanmak kişinin özgüvenini kazandıran yegâne sebep olacaktır. İnsanın işlediği günahlar, özellikle utandıracak günahlar kişinin kendisine olan özsaygısını azaltmakta ve kendisini değersiz, aşağı, küçük görme hislerini arttırmaktadır. Bu yüzden iman ve imanın kazandırdığı kişilik kendimizle barışık olma sürecinde en önemli bir değerdir. Çünkü imanı hayatına taşıyan insan en başta nefsine zulmetmeyecek, fıtrat ve âdetullah kanunlarına zıt hareket etmeyecektir. İmanın yansıması olarak doğruluğu hayatına esas yapacak ve bunun sayesinde aziz ve Allah’tan başka hiç kimseden korkmayan bir duruş sergileyecektir. İmanın verdiği tevekkül ve teslimiyetle dünya ve ahiret saadetine kavuşacaktır. İç âleminde mutlu ve dengeli olan bir insan ise, kendi dışındaki âlemle de uyumlu ve barışık olacaktır. Böyle bir durumda da özgüven, özsaygı eksikliği gibi ve buna bağlı olarak aşağılık kompleksleri, aşırı alınganlık durumları, kıskançlık, suizan, haset gibi durumlar ortaya çıkmayacaktır.

Özgüven gelişimi sadece iyi kariyerlere gelmiş insanların sahip olduğu bir değer değildir. İnsan, dünyaya gelirken zaten özgüvenle doğar. Yeter ki anne ve baba çocuğu rencide etmesin ve güzel bir model olsun. İnsan, yaratılışı ve vazifeleri ile halife-i arz makamına namzet bir vakar ve özgüvenle doğar. Çünkü emaneti kabul ettiği ölçüde diğer mahlûkattan farklı olarak, zengin cihazlarla cilvelenmiş olarak kâinata teşrif eder. Fakat bu özgüven, gerek ailedeki yanlış eğitim, gerekse yanlış eğitimcilerin tavırlarıyla zedelenebilir. Makam ve mevki edinmiş her kimse, özgüveni yerinde anlamına gelmez. Nice kariyer sahipleri vardır ki bir şahsiyet ve özgüven geliştirememişlerdir. Onların özgüvenleri sun’î, sevimsiz, gururlu, enaniyetli bir özgüvendir ki bu, kariyerinin sebep olduğu ve dalkavukların pompaladıkları bir özgüvendir.

Netice olarak, özgüven, iman temellidir. Fakat iman zaafiyeti içerisinde, üstelik ahlâk yoksunu bazı insanların müthiş bir özgüven içerisinde olduklarını müşahede ederiz. İşte onların görünüşte özgüvenleri, temelde hayasızlık, korkaklık ve acziyetin zıt bir biçimde yansımasından başka bir şey değildir. Bediüzzaman, firavun tiplemesinin psikolojisinden bahsederken, “Menfaati için en hasis şeye ibadet eden bir firavun-u zelildir. Bir lezzet için nihayet zilleti kabul eden miskin bir mütemerrittir. Menfaat-i hasise için zillet gösteren denî bir muannittir. O dinsiz şakirt cebbar bir mağrurdur. Kalbinde nokta-i istinad bulamadığı için, zatında gayet acz ile aciz bir cebbar-ı hodfuruştur” (12. Söz) der. Doğru özgüven kazanmak şüphesiz çok önemlidir. Enaniyetten kaynaklanan, bencillikle karışık özgüven gerçek özgüven değildir. Böyle bir insan, kendi dışındaki her şeyi kendi nefsine feda edecek bir zalimiyet içerisindedir. Arzu ve isteklerini ilâh edinmiş bir haldedir. Üstelik bu arzu ve isteklerine kavuşmak için her yolu mübah gören kötü ahlâka girebilir. Bu dünya, insanın hevâ ve heveslerini tatmin yeri olmadığından, arzularına kavuşamayan kişi, kâinatın en bedbahtı olacaktır.

 

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*