İnanmak ile inandığını yaşamak arasındaki mesafe

Günümüzde ehl-i iman diyebileceğimiz birçok insan, iman noktasında problem taşımıyorsa da, amel noktasında problemli gözükmektedir. Bu konu kelâm âlimlerinin de üzerinde durduğu bir meseledir. Mutezile imamları amelin imana dahil olmadığını kabul etmeyerek günah-ı kebâireyi işleyen bir insanın imansız olduğuna hükmetmişlerdir. Bu ifrat yaklaşım bir de tefriti doğurmuş ve imansız amelin kurtuluşa vesile olacağına dair görüşler ortaya atılmıştır.

Bediüzzaman kelâmcıların bu problemini, amelin imana dahil olmadığı ve amelsiz imanın kâfî gelmediği formülüyle çözmüştür. Bu mesele ile ilgili 13. Lem’a’da, yüz hakikat dersini aldığı halde bozuk bir adamın iltifatına kapılan bir arkadaşından örnek verir. Bediüzzaman, “Nasıl oluyor da bu hakikat derslerini alan birisi bu derece sukut edebilir?” diye düşünür ve cevaben; ‘ehl-i imanın şeytanın desiselerine kapılıp günah işlemesi, imansızlıktan

ve iman zayıflığından olmadığını, hem kebairi işleyenin küfre girmediğini’ söyler ve bunun sebebi olarak da tahribin kolay olduğunu, hem insandaki nefsin her vakit şeytanı dinlediğini, had konmayan kuvvelerini ve akibeti görmeyen kör hissiyâtı ile aklın muhakemesinin kaybolduğunu, his, heves ve vehim galebesiyle akıl ve kalbin mağlubiyetinden ileri geldiğini söyler.

Bediüzzaman bu tespitten sonra da, insanın bu mühim tehlikelere her vakit düşebileceğini, bunun için ise, tekrar ile tesis yöntemi ile hakikatlerin iç dünyamıza tesisinin şart olduğunu izah eder.

İşte bu önemli tespitlerden şunları çıkarmak mümkündür:

Amel ile iman arasında hem bir bağ, hem de bir mesafe vardır. Bağ vardır, zira Peygamber Efendimiz (asm) bir hadis-i şeriflerinde, ‘İman temenni değil, kalplerde yerleşmesiyle amelin de onu tasdik etmesiyle vücut bulur” demiştir. Ayrıca Kur’ân-ı Kerim’de de müttakînlerin vasıflarını sayarken, ‘iman eden ve salih amel işleyenler’ tabiri kullanılır. Dolayısıyla iman ve amel arasında bir bağ vardır. İmanın amel ile desteklenmesi ve takviye edilmesi şarttır. Aksi halde, bile bile tercih söz konusu olacaktır.

Bilindiği gibi nefis, yaratılışı gereği İslâmiyete uymak istemez. Kalp ise yaratılışta temiz ve selimdir. Fakat nefsin amel işlemedeki isteksizliği veya günahların menhus lezzetine kapılması hastalığı kalbe sirayet eder. İnansa bile dinî hakikatlere imtisâli zor olur. Çünkü Bakara 9. âyette belirtildiği gibi, ‘kalplerinde hastalık vardır’; işte kalpte başlayan bu hastalık tedavi edilmedikçe, hakiki iman da oluşmaz.

Tahkikî imanın oluşması için akıl yolu ile hâsıl olan kalpteki iman ile kalbin selimiyetini muhafaza için sahip olunan iman beraber olmalıdır. Akıl yoluyla hâsıl olan iman yalnız kalır, ibadet, amel, zikir, evrâd, istiğfar ile desteklenmezse; bu, suretten ibaret olan iman haline dönüşür. Çünkü böyle bir durumda kalp zayıftır, nefis ona hâkimdir. İşte böyle insanlar, bile bile yanlışı tercih ederler.

Demek ki, nefsi zayıflatmak için akıl ve kalbi beslemek gerekecektir. Kalbin kuvvetlenmesi için aklî beslenme, aklî beslenme meylinin ortaya çıkması için kalbî beslenmeye ihtiyaç vardır. İmanın tahkikleşmesi meselesi de zaten budur. Böylelikle aklı şeriatla besleyenin amelleri artacak, amellerin yapılmasına yönelik istek, huzur, meyil de aklın beslenmesi ile ziyadeleşecektir. Mânevî mekanizmanın bu iki ayağının imtizacı ve uyumu nispetinde de nefis zayıflayacaktır.

İman ile amel arasındaki bağ bu şekilde olup, aralarında mesafenin olduğu da unutulmamalıdır. Zira şeytan bu noktadan hareketle insanları ümitsizliğe atıp, imanından edebilecek vesveseleri bu kanal ile yapmaktadır. Şöyle ki: İnsan imana ait bir meseleyi öğrenip, kavrayabilir. Fakat bu öğrendiğini tatbik etmesi gecikebilir. Doğru olan öğrenilen ile hemen amel edilmesi gerçeğidir. Fakat inanma ile inandığını yaşama arasında zaman farklı olabilmektedir. İşte bu mesafeye bakıp, hemen hakikatleri yaşamadığı için, ümitsizliğe veya şüpheye düşmek doğru değildir. Vesvese bahsinde şeytanın insanın kuvve-i hayaliyesini nasıl aldatıp, önce ümitsizlik, sonra da imansızlığa götürdüğü anlatılır.

İnandığı ile inandığını tatbik arasındaki mesafeye bakıp, “Bu kadar bildiğim halde neden zihnimden imana muhalif şeyler geçiyor, ben ne biçim Müslümanım, bile bile yapmıyorum, benden adam olmaz” diyerek ümitsizliğe düşmekte ve bu düşüncesine ehemmiyet verirse de, mânevî hastalığa kapılıp, imanından dahi olmaktadır. Veya amelinin güya daha iyisini aramak sûretiyle düştüğü şüphe, bıkkınlık ve ümitsizlik ile mühim tehlikelere atılmaktadır. Zaten şeytanın istediği de budur, yani insanı ye’se atarak, bu mesafenin (iman ile amel) daha da açılmasına sebep olmaktır.

İman ettiğimiz hakikatleri hemen tatbik edemememizin altında yatan sebep, Mesnevî-i Nuriye’de geçtiği şekliyle “hâsse ve latifelerin ayrı ayrı tevhidleri” olmasıdır. Yani hakikatleri akıl ve kalp tasdik ettiği halde, nefis bu hakikate teslim olmamış olabilir. Akıl ve kalp kabul ettiği halde, hevâ ve heves kendi arzularının tatmini peşinde olabilir. Ancak akıl ve kalp nefse tam anlamıyla gâlip geldiğinde yani nefis terbiye olduğu vakit amelleri yapmak kolaylaşacaktır. Tahkikî iman sahibi olan insanlar ancak bunu gerçekleştirebilir. Yani akıl ve kalbi itminana ulaşmış; Allah’ı bilmenin, ‘bütün kâinatı ihata eden rububiyetini kabul, zerrelerden yıldızlara kadar cüz’î küllî her şeyin O’nun kabza-i tasarrufunda ve kudretinde olduğuna ve lâilâhe illâllâh kelime-i kudsiyesine iman etmek ve kalben tastik etmekle’ olduğunu bilmekle olacaktır. Yoksa bir Allah var deyip, bütün mülkünü esbaba ve tabiata taksim etmek, sebepleri mercî tanımak, her şeyin yanında hazır ve nazır olan ilmini bilmemek, emirlerini tanımamak, elçilerini kabul etmemek, Allah’a iman hakikatinin kendisinde olmadığını gösterir. Bu da, nefsin teslim ve ilzam olmadığına delildir.

İşte âhir zaman insanlarının bu hastalığına reçeteler sunan Risâle-i Nur eserlerinde iman ile amel arasında bu mesafenin kısalması yani inandığı hakikatlerin vakit kaybetmeden amele dönüşmesinin metotları öğretilir. Bunlardan birisi, iman hakikatlerinin iç dünyamıza sinmesi, kökleşmesi, yerleşmesi ve yaşanması; aynı zamanda Kur’ânî bir metot olan, ‘tekrar ile tesis’ metodunu kullanmasıdır. Nitekim Cenâb-ı Hakk’ın namaz emri ve namazın beş vakte tahsisi altında bu sır gizlidir.

Kur’ân-ı Kerim’de onlarca defa namaz hakikati hatırlatılır. Zira ibadet emr-i İlâhîsi, zihinleri Sani-i Hakim’e çevirtmek içindir. Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine ve nehiylerine itaati, tesis ve temin için Saniîn azametini zihinlerde tesbite ihtiyaç vardır. Bu tesbit de, iman hükümlerinin tecellisi ile olur. İman hükümlerinin tecellisi, takviye ve inkişaf ettirilmesi ise, tekrar ile teceddüt eden ibadetle olur.

Hakikatlerin tekrarı akıl ve kalpten başka diğer lâtifelerin, duyguların ve nefsin de kabulünü netice verecektir. İnsan, nisyandan geldiği için ve gaflete her an dalması mümkün olduğundan, tekrar ile unutulan ve üzeri örtülen hakikatler hatırlanacak ve böylelikle istikametli insan modeli ortaya çıkacaktır.

Hâsılı, bu zamanda ehl-i imanın önemli bir problemi olan inandığı ile inandığını yaşamak noktasındaki mesafenin azalması, imanı tahkikleştiren Risâle-i Nur eserlerini okumakla mümkün olacaktır. Bıkmadan, usanmadan ve hakikatleri anlama ve yaşama niyeti ile yapılan okumalar Allah’ın izniyle netice verecektir. Bu çaba ve gayret, tevfik-i İlâhînin celbine vesile olacaktır. Elbette duâ etmeyi ve kalbin hastalanmasına mânî olan istiğfarı da ihmal etmemek gerekir.

Netice şudur ki, iman hakikatlerinin yaşanması hem tekrar ile tesis metodunu öğreten Risâle-i Nurları okumak, hem Risâle-i Nurları okurken, tekrar ile tesisi gerçekleştirmekle mümkün olacaktır.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*