İslam, hürriyet ve demokrasi

Basit meseleleri çetrefilli ve içinden çıkılamaz hale getirmekte üstümüze yok.

Bediüzzaman Hazretleri’nin bir asır önce Doğudaki aşiretlere ders verip basit olarak izah ettiği ve daha sonra Münâzarât isimli eserinde topladığı meseleleri biz hâlâ anlamamakta, anlatamamakta ve uygulamamakta ısrar ediyoruz. Bu sebeple de ne cemaatler, ne de ülke olarak bir türlü felaha ulaşamıyoruz.

Münâzarât isimli eserde demokrasi meselesi hürriyet üzerine bina edilmiştir. Hürriyetin zıttı istibdattır. Yani zorbalık, tahakküm, diktatörlüktür. Hürriyet insanın en önemli vasfıdır. Cenab-ı Allah’ın (cc) “antika sanatım” diyerek övündüğü ve başka hiçbir mahlûka vermediği sınırsız duygu yetkisinin muhatabı olan insanın en önemli fıtrî (yaratılıştan gelen) vasfı hürriyettir. İnsanın bu hürriyeti fıtrî olduğu için engellenemez. Çünkü fıtrata mukavemet edilemez. Bir ağacın nazenin incecik köklerinin fıtratından aldığı güçle koca kayaları parçalaması gibi.

Öyle ki bu hürriyetin gücüyle, insan kendisini yaratan Rabbine bile cephe alıp isyan edebilir. Bu derece serbesttir. Yaratıcı insana vermiş olduğu sınırsız duygularla onun hür olarak seçimini yapmasına imkân tanımıştır. İman ancak bu şekilde kazanılacak bir tercihtir.

Bu tercihe engel olmak bizzat kâinatın yaratıcısı olan Cenab-ı Allah tarafından özellikle yasaklanmış ve elçileri olan peygamberlere bile sadece tebliğ yetkisi verilmiştir.

Hiç kimse insanları zorla dinsiz ya da dindar yapamaz. Bu istibdat olur. Bediüzzaman Hazretleri’nin ifadesiyle “Hürriyet ne kadar artarsa iman o derece parlar.” Aslında iman; Allah’a kul olmakla nefsin esaretinden yani istibdadından kurtulmaktır. Çünkü duygularına ‘şeriat’ (Allah’ın Peygamberler vasıtasıyla bildirdiği hükümler) ile had konulan insan tercihini yanlış yaptığı takdirde sınırsız duygularının esiri ve kâinata dilenci olacaktır.

Fakat iman da etmiş olsa insanın dünya imtihanı gereği sınırlarını zorladığı, yanlışa girdiği durumlar olacaktır. Bu hallerden şahsını tevbe ile kurtarabilme imkânı verilmesine rağmen ‘kul hakkında’ bu durum değişmekte ve hakkı gasp edilen kulun affı şart koşulmaktadır.

Toplum hayatında işte bu yüzden hürriyetlerin kullanılması önem kazanmaktadır. Toplumu ya da milletleri idare eden yöneticilerin sorumluluk bilinciyle hem kendisinin, hem de diğer insanların haklarına riayet ederek istibdat yapmaması ve istibdat yapmak isteyenlere de mani olması beklenir. Böyle bir sorumluluğun yerine getirilmesinde tek başına peygamberlere bile müsaade edilmeyip şûrâ ve meşveretle karar vermeleri Cenab-ı Allah tarafından emredilmiştir. Demek böyle bir sorumluluğu peygamber de olsa hiçbir kul kaldıramaz.

Tek adam veya saltanat yönetimi ise istibdattan kurtulamaz. Asr-ı Saadet ve Dört Halife döneminden sonra gelen saltanat ve tek adam yönetimleri Hazreti Peygamberin (asm) ifadesiyle ‘ısırıcı’ zulümlerle doludur. Bunlardan ancak dindar hükümdarlar ve onlara destek veren dirayetli din âlimleri sayesinde kısmen kurtulanlar olmuştur. Çoğu ise kendilerine cevaz vermeyen büyük mezhep imamlarını dahi öldürecek derecede istibdat göstermişlerdir.

Demek gerek Doğuda, gerek Batıda istibdat uygulayan hükümdarlar din adamlarını ve dini kendi istibdatlarına fetvacı yapmak istemişlerdir. Batıda kilise ve papazları kendi saltanatlarına malzeme yapan yöneticiler çıktığı gibi Doğuda İslâm âleminde de dini ve din adamlarını saltanatı için kullanmak isteyen yöneticiler olmuştur.

Batıda büyük hürriyet mücadelelerinden sonra kilise baskısı ve tek adam istibdadına son verilerek hak, hukuk, adalet, meşveret, kanun hâkimiyeti gibi değerler ön plana çıkarılarak demokrasi olarak isimlendirilen yönetim biçimi geliştirilmiştir. Asr-ı Saadet yönetimine benzerlik gösteren bu sistem, maalesef halen İslâm ülkelerinde uygulanamamaktadır.

Bediüzzaman Hazretleri’nin “Padişah, Peygamberimizin (asm) emrine itaat etse ve yoluna gitse halifedir; biz de ona itaat edeceğiz. Yoksa Peygambere (asm) tâbi olmayıp zulmedenler, padişah da olsalar, haydutturlar” hükmü ile “İstibdat zulüm ve tahakkümdür, meşrûtiyet (demokrasi) adalet ve şeriattır.” ifadesi gayet açıklıkla yoruma ihtiyaç bırakmadan demokrasi hakkındaki fetvasını ortaya koymaktadır. Bunun üzerine sorumluluk alıp fetva verebilecek bir makam varsa kendisini ispat etmek ve uygulamalı çareyi de bulmak zorundadır.

Hürriyet; kişinin hal, hareket ve fikirlerinde şahane serbest olmasıdır. Genel olarak başkasının hürriyetinin başladığı yerde kişinin hürriyeti biter denilmiştir. Yani kendinden başkasına zarar vermeyecek serbestlikte davranmaktır.

Bediüzzaman Hazretleri bu tarifi tadil ederek “kişinin ne kendine, ne de gayra zarar vermeden davranışlarında şahane serbest olması” şeklinde düzeltmiştir. Çünkü insanlar hür de olsalar Cenab-ı Allah’ın kuludurlar. Hakikî mülk sahibi O olduğu için kendilerine de zarar veremezler.

Hürriyet aynı zamanda meşveretin de temelidir. Meşveret ise demokrasinin temelidir. Hürriyeti, şeri olarak tadil eden Bediüzzaman Hazretleri demokrasinin temeli olan meşveret hakkında böyle bir tadilat yapmamıştır. Yani “Meşveret-i şeri” yorumunda bulunmamıştır. Çünkü meşveret bizatihi şeridir. Allah’ın emridir. Zıddı istibdat, baskı ve zorbalıktır. Nereden mi anlıyoruz? Neml Sûresi’ne bakalım.

Belkıs (ra), milâttan önce 6. yüzyılda Sebe Melikesiydi. Sebe toprakları günümüzün Yemen bölgesinde yer alıyordu. Kur’ân-ı Kerîm Belkıs’ı (ra) başkalarıyla istişare eden ve savaştan hoşlanmayan bilge bir yönetici olarak tasvir eder. Belkıs (ra) ve halkı güneşe tapmaktaydılar. Süleyman Peygamber (as), hüthüt kuşundan Belkıs hakkında işittiklerinden sonra ona bir mektup göndererek tek ve gerçek Yaratıcı’ya inanmasını söyler. Belkıs (ra) mektubu saygıyla alır ve danışmanlarıyla istişare eder:

“(Süleyman’ın mektubunu alan Sebe’ melikesi,) «Beyler, ulular! Bana çok önemli bir mektup bırakıldı» dedi. «Mektup Süleyman’dandır, Rahman ve rahîm olan Allah’ın adıyla (başlamakta)dır. «Bana başkaldırmayın, teslimiyet gösterip bana gelin, diye (yazmaktadır)». (Sonra Melike) dedi ki: «Beyler, ulular! Bu işimde bana bir fikir verin. (Bilirsiniz) siz yanımda olmadan (size danışmadan) hiçbir işi kestirip atmam.»” (Neml Sûresi; 27,29-32).

Evet, Kur’ân-ı Kerîm’de bir küfür rejimini yönetmekte olan Belkıs (ra) Süleyman Aleyhisselâmdan gelen mektubu meşveret ettiği için övülmüştür. Yani meşveret küfür rejimi denilen ülkelerde bile uygulansa fıtrî ve şer’idir. Aksi halde bu günün Ortadoğu zalimlerinden kaçan Müslümanlar denizde boğulup ölmeyi dahi göze alarak demokratik ülkelere göç etmezlerdi. Demokrasiyi küfür rejimi olarak itikad (!) haline getiren Siyasal İslâmcıların kulakları çınlasın!..

Demek rejimin İslâm olması hamamın namusunu kurtarmıyor. Nitekim Hazreti Peygamber Efendimizin (asm) mübarek torunlarını katleden Emevi devleti küfür rejimi değil bir İslâm devletiydi. Saltanat denilen istibdat rejimi; bir İslâm devleti olmasına rağmen “İslâmî” davranamadığından bu zulmü işlemiştir.

Ayrıca Emeviler ve Abbasiler döneminde yaşayan, başta mezhep imamımız Ebu Hanife olmak üzere, pek çok İslâm âlimine cezalar verilip bir kısmı da öldürülmüşlerdir. Bu cinayetleri işleyen halifeler, idareciler ve kumandanlar da güya kendilerini İslâm’ın hayırhahı kabul etmişlerdir.

Bediüzzaman Hazretleri’nin demokrasinin şeriata uygun olduğunu ifade etmesi bu gerçeklerden kaynaklanmaktadır.

Hüseyin Çetinsoy

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*