İttihadın en önemli şartlarından biri de, meşrû ölçüler ve ahlâkî değerler dışında hiçbir sınırlamanın olmadığı bir hürriyet ortamı. Farklı fikir ve tercihleri zor kullanarak yok etmeye çalışan istibdat, ittihadın en önemli engeli.
İstibdat, ittihada engeldir
İttihadın en önemli şartlarından biri de, meşrû ölçüler ve ahlâkî değerler dışında hiçbir sınırlamanın olmadığı bir hürriyet ortamı. Farklı fikir ve tercihleri zor kullanarak yok etmeye çalışan istibdat, ittihadın en önemli engeli. Bediüzzaman istibdat ve baskının fikir dünyasındaki olumsuz sonuçlarına dikkat çekerken, İslâm âleminde “Ehl-i Sünnet çizgisinden sapma” olarak değerlendirilen fırkaların ortaya çıkmasına zemin hazırlayan başlıca sebebin “ilmî istibdat” olduğunu ifade ediyor. Çünkü istibdat, baskıcı uygulamalarıyla husûmetleri uyandırır, ihtilâfları körükler, İslâmı zehirler, farklı fikirleri daha da keskinleştirerek marjinal ve uç noktalara sürükler (a.g.e., s. 208-9).
Daha Osmanlı döneminde “devlet-i âliyede meşrûtiyet-i ilmiye tesis etmek” gereğinden bahis açarak bilim özgürlüğüne vurgu yapan Said Nursî, bunun sağlanması durumunda ilme dayanan bir kamuoyunun gelişeceğini, bunun da garazları, enaniyetleri, vehimleri ve şüpheleri yutacağını ifade ediyor. Aksi durumda, istibdadın gerek idarede, gerekse ilimde büyük gayretlerle ortaya konulan müsbet netice ve semereleri tüketerek istikbalin önünü tıkamaya devam edeceğini belirterek şöyle diyor:
“İdarede kuvvet kanunda olmalı ve ilimde de kuvvet hakta olmalı. Yoksa istibdat hükümferma olur.” (a.g.e., s. 61)
İstibdadın alternatifi olan meşrûtiyet, yani demokrasi ise, heva ve hevesin yönlendirmesiyle her tarafa çevrilmeye müsait olan istibdadın tek görüşü yerine, sarsılmaz bir demir sütun ve parçalanmaz bir elmas kılıç mesabesindeki kamuoyunun kanaatini ikame eder. O kanaatin de haktan başka bir esas üzerinde oluşması mümkün değildir.
Ancak burada önemli bir nokta ortaya çıkıyor. O da, kamuoyuna nasıl düzgün bir istikamet verilebileceği ve fikir hürriyetinin ister istemez getireceği “manevî anarşi”nin nasıl önleneceğidir. Her meselede olduğu gibi dinî konularda da tek şahsın yerine şahs-ı manevînin geçtiğine dikkat çeken Said Nursî, dört mezhebi temsilen seçilmiş muhakkik ve yetkin âlimlerin katılımıyla teşkil edilecek bir ilim meclisinin kamuoyuna rehberlik yapacağını; dinde Kur’ân ve Sünneti tamamlayıcı bir kaynak sayılan “icma-i ümmet” mânâsını taşıyan, halkın ve ilim çevrelerinin güvenine sahip böyle bir heyetin, herkesin şahsî düşüncelerini ifade etmesine imkân veren ve yeni ihtilâfların doğmasına elverişli bir zemin hazırlayan fikir hürriyetinden doğabilecek kargaşanın izalesinde etkili olacağını vurguluyor (Emirdağ Lâhikası, s. 633).
***
İstibdat zinciri nasıl kırılır?
Bediüzzaman, istibdat ve meşrûtiyeti Kur’ân başta olmak üzere İslâmî referanslardan hareketle tarif edip, bu iki kavramın doğurduğu sonuçları anlatırken, “Ne kadar iyilik var, meşrûtiyetin ziyasındandır; ne kadar fenalık var, ya eski istibdadın zulmetinden (karanlığından) yahut meşrûtiyet namıyla yeni bir istibdadın zulmündendir” (Eski Said Dönemi Eserleri, s. 215) diyor.
Bu fenalıklardan birini de, devamındaki izahlarda, “bir büyük adam” üzerinden örnekliyor: “Büyük adam istibdat ile kuvvete veya hileye veya kendisinde olmayan, tasannuan (yapmacık olarak) kuvve-i maneviyeye istinaden, halkı isti’bad ederek (köleleştirerek) havf ve cebrin (korku ve zorlamanın) tazyiki ile insanı hayvanlığa indirmiş; daima o milletin şevkini kırar.” (s. 218)
Bu durumun beraberinde getirdiği diğer olumsuzlukları da şu şekilde sıralıyor:
“Zira milleti hep sa’yi suhre gibi işliyor (zoraki çalışıyor), hatır için gibi yapıyor, iyilik etse de riya karıştırıyor, müdahane (dalkavukluk) ve yalana alışıyor, daima aşağıya iniyor.” (s. 218-9)
Bunun da, insanın emek ve çalışmasının buharı hükmündeki şevki söndürdüğünü söylüyor: Said Nursî’nin konuyla ilgili olarak yaptığı izahlardaki her bir cümlede, hattâ o cümlelerdeki her bir ibare ve kelimede, uzun uzun üzerinde durulup tahlil edilmesi gereken ve her zaman geçerliliğini koruyan derin mânâ ve mesajlar var.
Bunlardan bir kısmını, anlayabildiğimiz kadarıyla, kendi ifadelerimizle özetlemeye çalışırsak: Bir defa, istibdadın en büyük zarar ve tahribatlarından biri, insanlardaki şevki söndürmesi.
Herşeyin tepedeki müstebide endeksli ve ayarlı olarak yürüdüğü; başarı ve iyiliklerin ona mal edilip kusur, noksan ve olumsuzlukların faturasının hep “aşağıdakiler”e çıkarıldığı bir yapı ve işleyiş, insanlarda şevk ve heyecan bırakır mı?
Şevkin kalktığı yerde hiçbir inkişaf da olmaz.
İleri ve gelişmiş dediğimiz ülkeler kişi hak ve özgürlüklerine önem veren demokratik rejimlerle yönetiliyorken, müstebit yönetimlerin iktidarda olduğu ülkelerin ortak özelliklerinden birinin fakirlik ve geri kalmışlık olması da bundan.
Çünkü oralardaki baskı rejimleri, Allah’ın insana verdiği kabiliyetlerin gelişmesine fırsat tanımıyor, tam tersine istidatları köreltip dumura uğratarak, insanları cehalet ve geri kalmışlığın karanlığı içerisinde yaşamaya mahkûm ediyor.
Ve onların perişanlığını sömürerek, kendi keyif ve saltanatını ilânihaye sürdürmeye çalışıyor.
Bediüzzaman’ın “düşmanlarımız” olarak sıraladığı cehalet, zaruret ve ihtilâf hastalıkları, bu bağlamda istibdadın hem ürünleri, hem de onu besleyip “güçlendirerek” devamını sağlayan unsurlar.
İstibdadın bir tahribatı da, bunlarla bağlantılı olarak ahlâk üzerinde kendisini gösteriyor. Uyguladığı baskı, muhataplarında, fıtrat ve mizaçlarına göre değişen tezahürlere sebep oluyor.
Yalan, dalkavukluk, ikiyüzlülük, idare-i maslahatçılık, nemelâzımcılık ve isyankârlık gibi hallerin en önemli sebebi ve kaynağı, hep istibdat.
İşin garip tarafı, istibdadın oluşturduğu sıkıntılı ortamdan çıkış yolunu dalkavuklukta bulanlar da, baskılara boyun eğmeme tavrını tercih edenlerden, tepkilerini fevrî ve ölçüsüz reaksiyonlarla ortaya koyanlar da, netice itibarıyla baskı ve tahakküm sisteminin ömrünü uzatıyorlar.
Velhasıl, yine Said Nursî’nin ifadesiyle, istibdat “herşeye sirayetle zehrini atan” (a.g.e., s. 208) bir belâ. İhtilâfların da kaynağı o, ahlâktaki bozulmaların da, şevk kaybının da, geri kalmışlığın da…
Kurtuluş çaresi ise bir asır önce irad edilen Hutbe-i Şamiye’nin son kısmındaki şu cümlede: “Çeşit çeşit istibdatların kayıtlarını, zincirlerini açacak, dağıtacak, meşveret-i şer’iye ile şehamet ve şefkat-i imaniyeden tevellüd eden (ortaya çıkan) hürriyet-i şer’iyedir…” (a.g.e., s. 355)
Çok geniş ve kapsamlı hakikatlerin sığdırıldığı bu cümlede, öncelikle, gerek özel, gerekse kamusal hayatın her alanında değişik kılıklarla kendisini gösterebilen çok farklı, “çeşit çeşit” istibdatlardan söz edilmesi son derece manidar.
Bunları, insanın kendi dünyasında karşı karşıya olduğu nefisten başlatıp, giderek genişleyen daireler halinde aile, okul, çevre, devlet ve dünya… halkalarına kadar sirayet ederek zehrini akıtan istibdat tezahürleri şeklinde anlamak lâzım.
Nerede açık veya örtülü bir tazyik, tahakküm ve psikolojik baskı varsa, orada hürriyet, istibdadın kayıt ve zincirleri ile bağlanmış demektir.
Ferdî hayatta nefsin kalbe ve akla; ailede babanın eşine ve çocuklarına, ağabey veya ablanın küçük kardeşlerine; okulda müdürün öğretmen, öğrenci ve müstahdemlere; iş hayatında yöneticinin çalışanlara; devlette hükümetin ve bürokrasinin topluma… uyguladığı “çeşit çeşit” istibdatlar…
Hiyerarşik yapıda tepeden başlayıp dikey olarak alt kademelere yayılan, yatay ilişkilerde de gücü elinde tutandan zayıflara yönelen baskılar…
Bu kayıt ve zincirler nasıl açılıp dağıtılacak?
Bunun için Bediüzzaman’ın gösterdiği formül, iki temel esasa dayanıyor: Meşveret ve hürriyet. Ve ikisini de “şer’iye” sıfatını ekleyerek zikrediyor.
Zira meşveretin de, hürriyetin de gerçek anlamlarıyla anlaşılıp yaşanabilmesi, İslâmın gösterdiği ölçülere göre tanımlanıp yorumlanmalarına ve o şekilde uygulanmalarına bağlı. Onun için Said Nursî, tâ meşrûtiyet günlerinden itibaren yaptığı izahlarda ısrarla hep “hürriyet-i şer’iye” ve “meşveret-i şer’iye” ifadelerini kullanıyor.
Meşveret-i şer’iyenin çeşit çeşit istibdat kayıt ve zincirlerini açıp dağıtabilmesi için ise, imandan kaynaklanan şehamet, cesaret ve dirayetle yine imanın getirdiği şefkatin bir araya gelmesi ile doğacak olan hürriyet-i şer’iyeye ihtiyaç var.
Hürriyeti “imanın bir hassası” olarak niteleyen Bediüzzaman, bu imanın hürriyet-i şer’iyeyi netice veren iki tezahürünü kısaca şöyle ifade ediyor:
* Allah’tan başka kimseye boyun eğmemek. * Allah’ın yarattığı hiçbir şeye zulmetmemek.
Şehamet, cesaret ve dirayet gibi kelimelerle ifade edebileceğimiz birinci haslet, hakkın hatırını hiçbir şeye feda etmeyip, gerekirse bu uğurda her türlü baskı ve tahakküme karşı tavır koymak ve mücadele etmek olarak tezahür ediyor.
İkincisi ise, başkasından kaynaklandığında boyun eğmeme iradesinin gösterildiği baskı ve tahakkümleri bizzat yapmaktan da kaçınıp, yaratılmışlarla şefkat, merhamet ve muhabbet eksenli bir muhatabiyet ilişkisini sonuç veriyor.
Ve ikisinin bir arada mezcedilmesi, şehamet ve cesaretin haşinlik ve gaddarlığa, şefkat ve merhametin de acziyet ve zaafa dönüşmesini engelleyen bir dengeyi sağlıyor. İşârâtü’l-İ’caz’da Fatiha Sûresi tefsir edilirken kuvve-i gadabiyenin tefrit mertebesi olan korkaklık ile, ifrat mertebesi olan tehevvür arasında, sırat-ı müstakimi ifade eden şecaat mertebesiyle anlatılan orta çizgi (s. 45-6).
Bu çizgi, hakkın hatırını müdafaa ederken gösterilmesi gereken dirayeti, bu hedefe de zarar verebilecek gereksiz sertliklerden koruyan şefkatle dengelerken, şefkat ve merhamet duygusunun yersiz kullanımıyla haksızlığa müsamaha gösterip göz yumma, hattâ boyun eğip teslim olma gibi hallere düşülmesine de izin vermiyor.
Çeşit çeşit istibdatların kayıt ve zincirlerini açıp dağıtacak bir meşveret-i şer’iye de, ancak bu mânâlara uygun hürriyet-i şer’iyenin hakkıyla yaşandığı bir zemin ve ortamda başarılabiliyor. ***
Mevcudiyet-i milleti ittihadla gösteriniz
Bediüzzaman’ın bir asır önce beyan ettiği, birbirini tamamlayan üç veciz ve özlü ifadesi, günümüzde de geniş ve yaygın şekilde devam eden sıkıntıları aşmanın hâlâ geçerliliğini koruyan formülünü veriyor:
1) Madem meşrûtiyette hakimiyet millettedir; 2) Mevcudiyet-i milleti göstermek lâzımdır. (Eski Said Dönemi Eserleri, s. 69) 3) Mevcudiyetinizi ittihadla gösteriniz. (a.g.e., s. 163) Bu üç prensibi kısaca tek tek tahlil edersek:
İstibdadın alternatifi olarak gelen meşrûtiyet, milleti ilgilendiren kararların tek bir kişi veya grup tarafından değil, milletçe verildiği; tepeden inme ve dayatmacı yöntemlerin geride kaldığı; hak ve hürriyetlerin kemaliyle yaşandığı veya yaşanması gereken, buna imkân veren bir sistem.
O zamanki adı meşrûtiyetti, sonra cumhuriyet oldu, ardından demokrasi adını aldı. Artık meşrûtiyetten bahseden yok. Cumhuriyet de ancak gerçek anlamda demokratik ise kabul görüyor.
Ve demokrasi de kendi içinde sürekli gelişiyor. Meselâ yakın zamana kadar temsilî demokrasiden söz edilirken, artık bunun yerini katılımcı demokrasi almış bulunuyor. Yani, millet kendisini ilgilendiren meselelerle ilgili kararları, seçip gönderdiği temsilcilerine havale etmenin ötesine geçerek, o kararların oluşum ve olgunlaşma sürecine de aktif bir katılımla iştirak ediyor.
Böylece, Said Nursî’nin “mevcudiyet-i milleti göstermek” diye ifade ettiği mânâ gerçekleşiyor.
Millet “Ben varım ve beni ilgilendiren konularda böyle düşünüyorum, öyleyse kararlar benim bu fikrime uygun şekilde alınmalı ve uygulama da bu çerçevede biçimlenmeli” diyebilmeli ki, millet hakimiyetinden söz edilebilsin.
Bu husus hem alınacak kararlar için geçerli, hem de bu kararların uygulanma süreci için. Alınacak kararlar milletin tasvibine mazhar olmalı ve tatbikat da yine milletin yakın takip, kontrol ve denetimi altında gerçekleşmeli.
Milletin varlığı bu şekilde gösterilmiş olunur. Bunu sağlamanın çok önemli bir şartı da aktardığımız üçüncü cümlede belirtiliyor: İttihad. Millet birlik içinde hareket ederek ortak tavrını koyacak ki, karar ve uygulamalar ona göre şekillensin. “Birlikten kuvvet doğar” sözü bu bağlamda konuyu tamamlayan bir mânâyı ifade ediyor.
Onun için, bireysel tavır ve çıkışlarla millet hakimiyeti sağlanamaz. Topyekûn bir kaynaşma ve dayanışmaya ihtiyaç var. En azından herkesi ilgilendiren temel ve ortak meselelerde müşterek tavır alınmalı ki, netice ona göre şekillensin.
Eğer bu birlik sağlanamaz, dahası millet fertleri arasındaki çeşitli farklılıklar ihtilâf ve çatışma sebebi haline getirilirse, bu durumun ortaya çıkardığı kaos ve kargaşa istibdadın işine yarar ve ekmeğine yağ sürer; millet hakimiyetinin yerini tekrar şahıs veya zümre istibdadı alır.
Nitekim istibdat sistemlerinin, ömürlerini uzatmak için öteden beri en çok kullandıkları taktik, farklılıkları körüklemek ve provokasyonlarla gündem saptırıp dikkatleri dağıtarak birliğin oluşmasını ve güçlenmesini engellemeye çalışmak olagelmiş.
Bu taktiği bozmanın tek yolu, her ne olursa olsun ortak noktaları ve birlik bağlarını gözden kaçırmayıp ittihad mânâsını canlı tutmak.
Bunu sağlamak noktasında son derece büyük önem taşıyan bir husus meşveret ve istişare.
Mevcudiyet-i milleti göstermenin şartı ittihad, ittihadı sağlamanın ve koruyup güçlendirmenin yolu ise haklı şûrâdan geçiyor. Farklılıkları kavga sebebi yaptırma fitnesini boşa çıkarmak da, fayda yerine zarar getirip istibdadın ömrünü uzatan dengesiz ve bireysel çıkışların önüne geçmek de haklı şûrâ zeminlerinde bulunacak ortak formüllerin uygulanmasına bağlı.
1959 Kütahya doğumlu. İlk ve ortaöğrenimini burada tamamladıktan sonra İstanbul Hukuk Fakültesini bitirdi. Fakülteye girdiği yıl Yeni Asya Yayınlarında çalışmaya başladı. Yayınevinin çıkardığı çok sayıda kitabın editörlüğünü yaptı. Bu görevini sürdürürken, 1984-92 yılları arasında, aylık Köprü dergisinin sorumluluğunu üstlendi. 1988 yılı başından itibaren yayına başlayan Bizim Aile dergisinin kurucu editörü oldu. 1992 yılından bu yana Yeni Asya Gazetesinin Genel Yayın Yönetmenliği ve Başyazarlığı görevlerini yürütüyor.
İlk yorum yapan olun