Meçhul mezarın sırr-ı hikmeti

Günün Tarihi: 12 Temmuz 1960

Kanlı 27 Mayıs (1960) Darbesinden iki buçuk ay sonra, Türkiye’de bir ilk, dünya tarihinde de pek ender görülen bir hadise vuku buldu: 12 Temmuz gecesi Urfa’dan (C 47 tipi) askerî uçakla alınan Bediüzzaman Said Nursî’nin naaşı Afyon’a, oradan da karayoluyla Isparta’ya götürülerek bir meçhûl noktaya nakledildi.

Bilâhere, talebeleri bir şekilde yerini keşfederek oradan da alıp gödürdüler; tabiî bir başka meçhûle…

Dolayısıyla, Bediüzzaman Hazretlerinin mezarı, elli küsûr yıldır devletin de bildiği yerde değil. Vasiyeti üzere, sadece birkaç kişinin bildiği bir yerde; herkesin bilmesine lüzum yok, izin de yok.

Bazı kimseler, onun vasiyetinin aksine giderek şunu söylüyor: Mezarının mutlaka ortaya çıkarılması ve Urfa Halilurrahman’daki yerine tekrar getirtilmesi lâzım.

İyi de, bu neyi hallecedek? Üstad Bediüzzaman ve dâvası noktasında neyi tamamlayacak? Dahası, onun orada muhafaza edileceğinin veya rahat bırakılacağının, yani tekrar rahatsız edilmeyeceğinin garantisi ne? Bugünkü Türkiye’de bugün bir garantisi var mı?

Bu girizgâhtan sonra, şimdi de meseleye farklı yönleriyle bakarak değerlendirmeye çalışalım.

Bediüzzaman Hazretlerinin “nakl-i kubûr”u ve mezar yeri hakkında ortalıkta farklı söylentiler dolaşıyor.

Pek de itibar edilmemesi gereken bir söylentiye göre, mezarı parçalandıktan sonra, cesedinin konulduğu tabutun üzerine benzin dökülerek yakılmak istenmiş; ama, buna muvaffak olunamamış. (Hürriyet, 4 Mayıs 2011)

Bir başka iddiaya göre, cesedinin konulduğu tabut uçağa alındıktan sonra Kıbrıs açıklarında Akdeniz’e atılmış. (İhtilalci Albay Talat Aydemir’den mesnetsiz iddia: Soner Yalçın; Efendi-2)

Mezar nakli meselesinde bizim itibar edeceğimiz rivâyet, hadisenin birinci derecedeki şahitlerinin anlattıklarıdır. Ayrıca, bu anlatılanları doğrulayan devletin bazı resmî belgeleri var ki, bunları da sarf-ı nazar etmemek lâzım.

Gerek Üstad Bediüzzaman’ın öz kardeşi Abdülmecid Ünlükul, gerekse naaşın nakil ve defin işinde bizzat görev almış askerler ve gerekse tabutu taşıyan pilotların anlattıklarını harmanlayarak bir özet yapmak gerekirse, şunları söylemek mümkün: 23 Mart 1960’ta Urfa’da vefat eden Üstad Bediüzzaman’ın naaşı, ihtilâl cuntası tarafından 12 Temmuz gecesi tabuta konularak uçakla Afyon askerî havaalanına nakledildi. Buradan da karayolu ile Isparta’daki şehir mezarlığına götürülüp meçhûl bir mezara defnedildi.

Üstad Bediüzzaman’ın naaşını uçakla taşıyan ikinci pilot Kadir Özkartal ile Bursa’da görüşen Nejat Eren ağabeyimizin yaptığı röportajda ortaya çıkan detaylı bilgiler, yukarıdaki bilgileri aynen doğrular mahiyettedir. (Yeni Asya, 17 Temmuz 2005)

Ayrıca, 17 Temmuz 1960 tarihli Cumhuriyet gazetesinde, “Said Nursî’nin cesedi Isparta’ya defnedildi” başlıklı bir haber yer alıyor. Haberde, Afyon’a inen askerî bir uçakla Said Nursî’nin cesedinin Isparta’ya götürüldüğü ifade edilirken, İnkılâp isimli gazetesinde çıkan bir yazı vesilesiyle de Isparta Valisi Hamdi Ömeroğlu şu bilgiyi veriyor: Kardeşinin arzusu üzerine Bediüzzaman Said Nursî’nin naaşı Isparta’ya getirilmiş olup, emniyet mülâhazasıyla mezar mahalli gizli tutuluyor.

Bugün internet üzerinden yapılacak bir arama-tarama ile hemen herkesin ulaşıp görebileceği iki adet resmî belge, yani “zabıt varakası” var.

O belgelere göre de, Urfa’da medfun bulunan Said Nursî’nin naaşı 12 Temmuz’da mezarından çıkartılarak Isparta’ya nakledilmiş.

Evet, Üstad Bediüzzaman’ın “nakl-i mezarı” ile ilgili olarak bugün internet üzerinden yapılacak bir arama-tarama işlemi ile hemen herkesin ulaşıp görebileceği iki adet resmî belge, yani “zabıt varakası” var.

O belgelere göre de, Urfa’da medfun bulunan Said Nursî’nin naaşı 12 Temmuz’da mezarından çıkartılarak Isparta’ya nakledilmiş.

Aynı tarihi taşıyan ve hemen hemen aynı ifadelerle tanzim edilen bu belgeler, ilgili şehirlerdeki askerî ve mülkî yöneticilerin de imzasını taşıyor: Vali vekili, emniyet müdürü, sağlık müdürü, il jandarma kumandanı, merkez kumandanı, merkez hükümet ve belediye tabibine ilâveten “mevtanın kardeşi” Abdülmecid Ünlükul.

Herbiri altışar imza taşıyan bu zabıt varakalarında yer alan resmî ifadeler aynen şöyledir: “Konya İmam Hatip Okulu fahri Arabî hocası Abdülmecit Ünlükul, Urfa’da medfun kardeşi Said-i Nursî’nin cesedinin ‘nakl-i kubûr’ suretiyle Isparta’ya defnine müsaade olunmasına dair 4 Temmuz 1960 tarihli dilekçesi üzerine, iş bu talebi is’af (kabul) edilerek 12 Temmuz 1960 günü (gecesi) Afyon’a getirilmiş bulunan mevtaya ait tabut teslim alınarak Isparta’ya getirilmiş ve aynı günün akşamı kardeşi Abdülmecit Ünlükul’un da hazır bulunduğu halde aşağıda imzaları bulunan şahıslar huzurunda Isparta Şehir Mezarlığında ihzar edilmiş (hazırlanmış) bulunan kabre defnedildiğine dair iş bu zabıt, mahallinde tanzim ve hep birlikte imza altına alındı.”

(Bkz: TC İçişleri Bakanlığı, Emniyet Genel Müdürlüğü Araştırma Planlama ve Koordinasyon Dairesi Başkanlığı, Yayın No: 129, Ekim 1998 tarihli Polis Dergisi özel sayısı. ISSN 1300-4662)

Merhum Abdulmecit Efendi, o tarihte yaşanan vak’anın gerçekte böyle olduğunu hayatta iken yakın çevresine anlatmış ve bütün bu anlattıkları yazılı kayıtlara da aynen geçmiştir. (Bkz: Necmeddin Şahiner; Son Şahitler ilgili kısım.)

Yalnız, şu farkı daa mutlaka ifade etmek gerekiyor ki: Abdülmecit Efendi, büyük kardeşi Said Nursî için tertiplenen söz konusu “mezar nakli” evraklarının ihtilâlciler tarafından kendisine zorla imzalatıldığını mükerreren beyan etmiştir. İlgili kaynaklarda, bu acı gerçeğin de şahitleri var.

Esasen, o tarihte ve o günün etrafa korku ve dehşet salan ihtiâl şartlarında meselenin başka türlü olmasına da ihtimal verilemiyor. Abdülmecit Nursî (Ünlükul), kanlı bir darbenin ülkeyi teslim aldığı bir atmosferde durup dururken ağabeyinin mezar yerine niye değiştirmek istesin ki? Hem de, kendisinin bulunduğu Konya’ya değil de, hayli uzak olduğu ve mezar yerinin meçhul tutulduğu Isparta’ya… Aklın alacağı iş değil.

Bir sonraki bölümde detaylarını vereceğimiz noktanın girizgâhın şöyle kısaca bitirelim bu bölümü: Üstad Bediüzzaman’ın, mezar yerinin gizli kalacağı yönünde bir vasiyeti var. Buna göre, mezar yerinin iki-üç kişiden başka hiç kimsenin bilmemesi lazım. Dolayısıyla, ikinci mezar nakli gibi, bunun da ayrı bir sırr-ı hikmeti var. Esasen doğru olan da budur: Madem ki, mezarı meçhûl kalacak, o halde resmî zevatın da bildiği yerde olmaması icap eder.

Isparta’daki resmî-gizli defin hadisesinden 9 yıl kadar sonra (1969’da), hiç hesapta olmayan, hiç umulmayan, garip mi garip şöyle bir gelişme yaşanır:

Kaderin mânidar tecellisiyle, karlı bir kış günü, Üstad Bediüzzaman’ın kabrinin bulunduğu aynı kabristanda, hatta aynı noktada vefat eden küçük bir çocuk için mezar yeri açma mecburiyeti vâki olur. Kazı işi devam ederken, işte tam da o esnasında, Üstad’ın iki-üç talebesi, bitişik yerde onun lehimle kapatılmış olan galvanizli tabutuna rast gelir. Tabut içinde bozulmamış yüzünü görüp tanırlar. Gerekli istişare ve zamanlama tesbitinden sonra tam bir gizlilik içinde naaşını oradan alıp bir başka meçhûle götürüp defnederler. (Şahitlerden Tahirî Mutlu, Bayram Yüksel, Ali İhsan Tola ve Mustafa Pestil’in anlattıkları bu yönde.)

Dolayısıyla, hâlen de, umumun meçhûlü olan o mezar yeri, çok az sayıdaki Nur Talebesinin bilgisi dahilinde bulunduğu kuvvetle muhtemeldir. Yerini tam olarak ne eski-yeni cuntacılar biliyor, ne devletin resmî makamları, ne de hariçten başka kimselerin bilgisi dahilinde.

Kaderin garip ve bir o kadar da hikmetli tecellisi şu ki: Said Nursî’nin vasiyeti “mezarının meçhulde kalması” şeklinde olup bu yönde kuvvetli işaretler söz konusu. Meselâ, Emirdağ Lâhikası’ndaki bir mektupta “Kabrimi bildirmemeyi vasiyet ediyorum” ifadesinde olduğu gibi.

Bütün işaretler, bütün deliller, Üstad Bediüzzaman’ın meçhuldeki kabrinin yine Isparta vilayetinde olduğunu gösteriyor. Ama, yer-mahal-nokta itibariyle nerede olduğu meçhul olup, bu meselenin uzun müddet yine meçhulde kalması icap ediyor. Türkiye “Kemalist bir Türkiye” olarak kaldığı müddetçe, gizlilik gerekçesi de devam edecek diye anlıyoruz.

Son olarak, Hz. Bediüzzaman’ın Isparta’ya dair söylediği konuyla bağlantılı iki anekdot aktararak şimdilik noktayı koyalım.

Ben üç cihetle Ispartalıyım: Gerçi tarihçe ispat edemiyorum, fakat kanaatim var ki, Isparit nahiyesinde dünyaya gelen Said’in aslı buradan gitmiş. Hem, Isparta vilayeti öyle hakîki kardeşleri bana vermiş ki, değil Abdülmecid ve Abdurrahman, belki Said’i onların herbirisine maalmemnuniye fedâ eylerim.  (Tarihçe-i Hayat; Denizli Hayatı)

Bu havaliye (Kastamonu’ya) gelen Ispartalılar asker olsun, başkalar olsun, ekseriyet-i mutlakayla beni hemşehri biliyorlar. Hangisi benimle görüşüyor, “Sen Ispartalı mısın?” Ben de diyorum: “Maaliftihar, ben Ispartalıyım.” Ve Isparta’da o kadar hakikî kardeşlerim ve akariblerim var ki, meskat-ı re’sim (doğum yerim) olan Nurs karyesine pek çok cihetlerle tercih ediyorum.

(Kastamonu Lâhikası)

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*